LİLİTH İnsanlığın öyküsü Adem ve Havva ile başlıyor, öyle mi? Eski bir yahudi efsanesine göre, bu öykü Adem'le Havaa'dan öncesine uzanıyor. Yani Adem'in ilk eşi Havva değil, Lilith adında bir Sözü edilen efsane şöyle başlıyor: Tanrı topraktan Adem ile Lilith'i yaratır. Mutlu mutlu yaşasınlar diye onları cennete yerleştirir. Ama bu iki insan çifti bir türlü huzur bulamaz. Bu arada cennette yalnız kalan Adem, Tanrı'ya dua ederek Lilith'i geri ister. Tanrı, Sanvai, Sansanvai ve Semangelof isimli üç meleği geri çağırmak üzere Lilith'e gönderir. Meleklere, dönmediği takdirde her gün yüz çocuğunun öldürüleceğini emreder. Ama, o kesinlikle dönmeyeceğini bildirir. Ve tehdit yerine getirilir... Lilith, duyduğu acıylabundan sonra, bütün hamile ve doğum yapmış kadınların, bebeklerin başdüşmanı olmaya yemin eder. Erkek çocukların doğduktan sonra ilk sekiz gün, kız çocukların ise ilk yirmi gün içinde canını alacaktır. Sadece yakınlarında bu üç meleğin ismi ya da şekli bulunanlara dokunulmayacaktır. Lilith artık kötüler tarafına geçmiştir. Bunun üzerine Tanrı Adem'in kaburga kemiğinden Havva'yı yaratır. Bu yeni kadın, Adem'den bir parça olduğu için, ona karşı çıkmayacaktır. Aslında Lilith ahkkında pek çok efsane ve öykü var. Örneğin Talmud'da (Tevrat'ın başta yazılı olmayıp, sonradan yazılı hale getirilen ikinci bölümü) ondan dişi bir şeytan olarak söz edilir. Bu rolüyle bir hayalet gibi yüzyıllarca tarih sayfalarında dolaşır. Kadın ve çocukları hedef alır, erkekleri baştan çıkararak onlara zarar verir. Yaptıkları bunlarla sınırlı değildir. Bir hayalet gibi kadınların beynine girip, erkeklerle eşit haklara sahip olma savaşını günümüze kadar sürdürür. Bazı efsanelerde de cadı suretinde çıkar karşımıza. Lilith'e hepsi birbirinden farklı, ancak hepsi de kötü yakıştırmalarınniye yapıldığını anlayabilmek için geriye dönüp, dinler tarihine ve efsanelere bir göz atmak gerekiyor. Lilith'in geçmişi tektanrılı dinlerden çok daha önceye, eski Mezopotamya uygarlıklarına kadar uzanıyor. Genellikle Sümer ve Bebil mitolojisindeki rüzgar tanrıçası Lilitu ile ilişkilendiriliyor. Lil, fırtına ya da rüzgar anlamına geliyor. Bir babil metninde ise, büyük tanrıça İştar'ın tapınak fahişesidir. İştar, eski doğu dinlerinde şevhetli aşkın, tutkunun ve baştan çıkarıcılığın tanrıçası kabul ediliyordu. Bu özellikleri nedeniyle, fahişelerin, özellikle de kült olan tağınak fahişelerinin koruyucu tanrıçasıydı. Tapınak fahişeliği meşru bir işti. Herodot'un bize ulaşan yazılarında, Babil'de her genç kızın bir kez yabancı bir erkekle cinsel ilişkiye girmek zorunda olduğu biliniyor. Ancak, bu tapınak fahişeliği kesinlikle küçük düşürücü bir iş değildi. Babillilerin yabancı erkekleri tanrı olarak gördüğü sanılıyor. Kendilerini onlara teslim eden genç kızlar, simgesel olarak tanrılarıneşi haline geliyor ve kutsallaşıyorlardı. Lilith'e bazı özellikler Babil'in kötü tanrıçası (belki de dişi şeytanı demek gerek) Lamatsu'da da görülüyor. Lamatsu halk arasında albastı ya da lağusa hastalığı olarak bilinen rahatsızlığın ortaya çıkmasını sağlıyor, hamilelere zarar verip yeni doğan bebekleri öldürmeye çalışıyordu. Lilith'in özellikleri Lamatsu'ya aktarılmış olabilir miydi? Yoksa tersi mi yapılmıştı? Lilith'in Yahudi efsanelerinde ne zaman boy gösterdiği bilinmiyor. Çünkü tanrılar ve efsaneler, doğu kültürlerinin birçoğunda ortaktı ya da büyük benzerlikler taşıyordu. Yine de her koşulda, Yahudilerin şeytanla ilgili inanışlarında önemli bir yere sahipti. Erkeklerin aklını başından alan bir şeytan olarak görülüyor ve ondan çok korkuluyordu. Bu konuda en eski kaynak olan Tevrat'a bir göz atıyoruz. Ancak Tevrat'ta bir tutarsızlık göze çarpıyor. Kutsal kitabın bir yerinde "Ve Allah insanı kendi suretiyle yarattı ve onları erkek ve dişi olarak yarattı." deniliyor. Ancak ilerleyen baplarda daha farklı anlatılıyor: Tanrı doğuda Aden'de bir bahçe yapıyor. Adem'i oraya koyuyorve yalnız kalmasın diye kaburgasından kadını yaratıyor. Talmud'a göre Adem'le aynı anda yaratılan kadının adı Lilith'tir. Çünkü başka türlükutsal kitaptaki bu tutarsızlığı açıklamak mümkün değildir. Adem'il ilk eşi Lilith'e daha sonra 9. ya da 10. yüzyıllara ait "Ben Sira Alfabesi"nde rastlıyoruz. Metnin ana kahramanı, M.Ö. 600'lü yıllarda yaşadığı sanılan Ben Sira. Yazarın kim olduğu bilinmiyor. Bu el yazmasına göre Tantı topraktan Adem ve Lilith'i yaratmıştı. İlgili bölüm şöyle devam ediyor: "Kısa bir süre sonra birbiriyle kavga etmeye başlarlar. Adem'e şöyle der: Ben altta yatmak istemiyorum. Ama Adem: Ben altta değil, üstte yatmak istiyorum, çünkü sen altta yatacak kişi olarakbelirlendin. Lilith ona: İkimiz de aynı haklara sahibiz, çünkü ikimiz de topraktan yaratıldık. Ama ikisi de birbirini dinlemez." Bunun üzerine Lilith gökyüzüne yükselerek kaybolur. Üç meleğin Lilith'i geriye dönmeye ikna çabaları işe yaramayınca, Tanrı, Adem için bu kez Havva'yı yaratır. Bir başka bölümde de Lilith üç meleğe şöyle der: "Ben çocuklara zarar vermek üzere yaratıldım, doğumdan sonraki ilk sekiz gün içinde erkek çocuklarına, yirmi gün içinde de kız çocuklarına. (Ama) Yemin ederim: Sizi ya da görüntünüzü bir muska ya da tılsım üstünde görürüsem, o çocuğa hiçbir zarar vermeyeceğim." O günden bu yana çeşitli kültürlerde, yeni doğan çocukların kötü kalpli Lilith'e karşı korunması için özel tılsımlar kullanılmaya başladı. Lilith'in halk inanışlarında varlığınu yıllarca korumasının ve bir gün gelip de bir şekilde cadılarla ilişkilendirilmesinin nedeni de budur. Lilith efsanesi Ortaçağ'ın başlangıcında, Yahudilerin ezoterik yazması Kabala'da da (Yahudi ruhbanlarının, asırlardır birbirlerine aktardıkları ve Kutsal Kitap'ın "gizli anlamları" ile ilgilenen bir tür okültizm -gizlicilik- ve mistisizm) yer almaş. Burada erkekleri baştan çıkaran ve uğursuzluk getiren dişi şeytan olarak tarif ediliyor: "Her türlü süs malzemesiyle süslenip cilveli bir kadına dönüşüyor. Onun süsü, gül gibi kırmızı saçları. Sözleri yağ gibi yumuşak, dudakları dünyadaki her şeyden daha tatlı. Ona yönelen ve (afrodizyak olarak yılan zehriyle karıştırılmış) şaraptan içen aptallar onunla zina yaparlar." Ama sonra uyandıklarında onları öldürürü ve cehennemin tam ortasına atar. Aslında onun niyeti sadece erkekleri baştan çıkarıp çok sayıda çocuk doğurmaktır. Kabalacılar için Lilith temiz olmayan, fahişe bi kadını simgeliyor. Kabala'daki bir paragrafta, ayrıldıktan sonra Adem'i yeniden baştan çıkardığı yazıyor. İşlediği bu günahtan sonra Adem, 130 yıl cinsel pehrizli yaşar. Adem, böyle bir şeyin tekrar başına gelmemesi için, kendini dikenlerle korumaya çalışır. Ancak uyurken Lilith Adem'in üstüne çıkar ve onu uyararak boşalmasını sağlar. Lilith, bunun ardından "insanlığa ceza" olarak adlandırılan yaratıkları dünyaya getirir. Kabala'nın bir başka yerinde de şöyle yazıyor: "Lilith en sonunda oarda burada dolaşarak insanoğullarına sarkıntılık eder ve kendi kendilerini kirletmelerini sağlar." Bunun ardından adı "tohum hırsızı"na çıkar. Kuşkusuz Havva'nın işlediği "günah"tan da o sorumludur. Kabalacıların ana eserinden Zohar'da (İhtişam Kitabı ya da Işık Kitabı) yer alan efsaneye göre adet döneminde olduğu halde, Adem'le birlikte olma konusunda Havva'yı kandıran o yılan ve fahişe Lilith'ti. Lilith'le daha sonra Flistinliler aracılığıyla Yunanlılar da tanıştı. Onu, hayaletler ve diğer hayali görüntüleri yöneten tanrıça Hekate'nin kişiliğiylr birleştirdiler. Bu konu Geç Antikçağ'da Yahudi olmayan gnostik akım yandaşlarının da ilgisini çekti. Onlar tarafından yazıya aktarılan bir efsanede, Lilith'in İsrailli peygamber İlyas'ı nasıl baştan çıkardığı anlatılıyor. Lilith ona şöyle der: "Senden çocuklarım var." Ve o yanıt verir: "Benden nasıl çocukların olabilir, ben bir aziz gibi yaşıyorum." Lilith der ki: "Evet, ama uykunda, rüyalarında sık sık boşaltıldın. Tohumlarını alarak hamile kaldım." Bu metin M.S. 4. yüzyıla ait. Lilith, özellikle bu tarihten sonra hep aynı motifle işlenir. O bir "tohum hırsızı"dır. Lilith efsaneleri, Hıristiyanlık dünyasıyla tanıştıktan sonra, batılıların hayal gücünü harekete geçirdi. Özellikle Kabalacı yazılarının araştırılmasıyla, Lilith bütün dünyada tanınır hale geldi. "Kötü kalpli Lilith" her yerde ilgi gördü. Çünkü o, normalde açıklanması ya da kavranması mümkün olmayan şeyleri rahatlıkla üstlenebilecek bir kişilikti. Bu özelliği, onun "cadılar"la özdeşleştirilmesi için gereken köprüyü oluşturuyordu. Ortaçağ'ın sonlarına doğru başlayan ve inanılmaz bir toplumsal histeriye neden olan cadı ve büyücü furyasıyla birlikte, Lilith'in adı da sık sık anılmaya başladı. Ayrıca o, kadınları baştan çıkarma konusunda Şeytan'ın en büyük yardımcısıydı. Artık, kötü amaçlı kullandığı güzelliği ve baştan çıkarıcılığı ön plana çıkıyordu. İnsanlar bir yandan büyü ve tılsımlarla ondan korunmaya çalışırken, diğer yandan kendilerini onun büyüsünden kurtaramıyorlardı. Böylece 19. yüzyıla gelindiğinde Lilith ressamlar ve edebiyatçılar için sevilen bir motif oldu. Artık dini kimliğinden yavaş yavaş kurtuluyordu. İngiliz ressam Dante Gabriel Rossetti'nin yaptığı "Lady Lilith" tablosunda bu cadı, Victoria Dönemi'nin güzellik anlayışına uygun olarak tasarlanmış ve gösterişli dekoltesiyle uzun kızıl saçlı, biraz dolgun, etli dudaklarla resmedilmiş. Edebiyat dünyasına da girince, şeytan kadın kimliği tamamen kayboldu. Artık ona korku ve nefretle bakılmıyor, hatta sempatik bile bulunuyordu. Her ne kadar şurada ya da burada, nahif ruhlu insanlar dikkatli olmak adına tılsımlarına güvenmeye devam etseler de, aydın fikirliler kötü kalpli şeytan kadın tiplemesini raflardaki tozlu dosyalara kaldırmışlardı. Hoşa giden ve benimsenen, onun baştan çıkarıcı özelliği değildi. Lilith'in Adem'in ilk eşi olduğunu anlatan efsaneye odaklanılmıştı. Çünkü bu öykü, insanlık tarihinin başlangıcından bugüne uzanan bir tartışmayı başlatmıştı. Özellikle son yüzyıldır iyice kesinleşen bir tartışmaydı bı: eşitlik, daha doğrusu kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik sorunu. Psikanaliz uzmanı ve araştırmacı Siemund Hurwitz, "Adem ile Lilirh arasındaki güç savaşı"nı, asırlarca süren ve babaerkil sistemdeki erkeğin konumu ile kadınların eşit haklara sahip olma talebini temel alan cinsiyetlerarasi savaşın aynadaki görüntüsü olaran değerlendiriliyor. Aslında ne Antikçağ, ne Ortaçağ ne de onu izleyen yüzyıllarda bu sorun çok önemsenmedi. Cinsiyetler arasındaki ilişkiyi karşılaştırmaya gerek yoktu: Kadın erkeğin egemenliği altında olmakzorundaydı. Havari Aziz Paulus, "Erkek kadından değil, kadın erkekten yaratılmıştır. Erkek kadının isteklerini değil, kadın erkeğin isteklerini yerine getirmek üzere yaratıldı." demişti. Ne de olsa kadın Adem'in kaburga kemiğinden yaratılmıştı. Bu bakış açısı, kadının yüzlerce yıllık toplmsal konumunu belirleyen ana etkendi. Kadın, dört büyük dinde de "günah kazanı" olarak görüldü. Bunun nedeni Havva'ya kadar uzanıyor. Yasak meyveyi her ikisi de yemesine rağmen, işlenen günahtaki suçluluk payı eşit değildi: Kandırılan Adem değil, Havva'ydı. Çünkü, yılanın sözüne inanmıştı. Adem kuşkusuz inanmamıştı, ancak biricik eşi ile ilişkilerini tehlikeye atmak istememişti sadece. Söz konusu bir günah olsa dahi, günahkar ve suçlu olan kadındı. Şeytanla işbirliği yapması ve cadılıkla suçlanabilmesi için önemli nedenlerdi bunlar. Bu dayanaklardan güç alan erkekler, kadınların kişiliğini adeta baskı altına aldılar ve onları kendilerine ait bir mal gibi gördüler. Geçen yüzyıl içinde yoğunlaşan kadın direnişi buna karşı çıktı. Eşit haklar ve özgürlük için savaşan Lilith'i de kendilerine simgesel figür olarak seçtiler. Lilith'in savaşını başarıyla sona erdirememesi onaları yıldırmıyor. Lilith efsanesi, arzuladıkları toplumsal konuma ulaşmak için onları biraz daha kamçılıyor... Lilith İbranice'de "geceye ait olan" anlamına geliyor. Adından da anlşılacağı üzere, çağlar boyu kadınalara yakıştırılabilecek bütün olumsuz özelliklerin taşıyıcısı olmuş: Baştan çıkarıcı, fahişe, cadı, vampir, cinlerin başı, gece canavarı onun ünvanlarından bazıları. Saf, edilgen cinselliği ancak yasak meyveyi tadınca öğrenen Havva'nın tersine, başından itibaren gücünün ve cinselliğinin bilincindedir ve yeri gelince kullanmaktan da çekinmez. Kendi başına buyruk, zapt edilemez, denetlenemez olduğundan, özellikle tektanrılı din adamlarının sürekli abskı altına almaya çalıştıkları bir kadın örneği, erkeğin kadına ve cinselliğe dutduğu korkunun bir simgesi aslında. Dolayısıyla ölümlü insanların arasında yeri yoktur. Yeri bilinmeyen, açıklanmayan kötülüklerin geldiği karanlık güçlerin dünyasıdır. İyi ile kötüyü ayırt etmeyi sağlayan ağacın yasak meyvesinden yemediği için ölümsüz kalmış, cennetin yakınlarındaki bir dağ geçidinde şeytanlarla birleşerek Şeytan'dan "Lilim" adı verilen çocuklar doğurmuştur. Tevrat'ta şöylr yazıyor: "Ve çölün vahşi hayvanları ile kurtlar buluşacak; evet, gece canavarı orada yerleşecek ve kendisi için istirahat yeri bulacak..." Sembolik hayvanı baykuştur. Tablo ve heykellerinde, genellikle ay şeklinde taçla tasarlanmıştır. Yahudi kadınlar, eşlerinin bu şeytan kadına kapılmamaları için yatak odalarının duvarlarına bir daire içinde "Adem ile Havva buyursunlar içeri, girmesin kapıdan 11 (LILITH-Lilith)" yazıyorlardı. Nümerolojiyle uğraşanlar 11'i kötülükle yüklü olduğu için korkunç bir sayı olarak kabul ediyorlar. Kabalacılara göre bu sayı, iyi ve güzel olan ne varsa tam tersini temsil ediyor. Günah yüklü, zarar verici ve mükemmel olmayı reddetmiş bir sayıdır bu. Modern çağlarda Lilith feminizmin simgesi haline geldi. Bu isimde dergiler çıktı, kafeler açıldı, sadece kadın müzisyenlerin katıldığı "Lilith Fair" adlı gezici müzik festivalleri düzenlendi, "ideal kadın" olarak tanımlanan Havva gibi olmak istemeyen kadınlar, tepkilerini dile getirmek için kız çocuklarına Lilith adını verdiler. |
Halk Bilimi Araştırmaları Edebiyat Dil Tarih Felsefe
Bloğumuzda Halk Bilimi , Edebiyat ,Dil ,Tarih ve Felsefe adına yapılan çalışmalar yayınlanacaktır. Amacımız öğrenme aşamasında olan , öğrenciler ve merak edenler için gerekli bilgileri sağlamak olacaktır.
10 Aralık 2013 Salı
Lilith Efsanesi
1 Aralık 2013 Pazar
ŞAMANİZM
Şamanizme bağlı
halklarda ruhlarla insanlar arasında aracı rolünü oynayan bir tür din adamıdır.
Şamanist dünya görüşüne göre, bütün dünya iyi ve kötü ruhların etkisi
altındadır. Büyük ve özellikle insanlara ve hayvan sürülerine türlü kötülükler
yapmaya hazır kötü ruhlarla ilişki kurmak kudreti yalnız Şamanda bulunur.
İnsanlar ruhların ne doğada ne huyda olduklarını ve her şeyden önce onlara
hangi yoldan gideceğini bilemez, onların nelerden hoşlandıklarını, hangi cins
ve çeşit kurbanlardan memnun kalacaklarını saptayamazlar. Ata ya da akraba
ruhlarından aldığı kuvvet ve ilham ile bütün bunları ancak Şaman bilir ve
böylece bir yandan iyi ruhların insanlar için yararlı ve hayırlı etkilerini
devam ettirmeye, bir yandan da çeşitli çarelere başvurmak suretiyle, kötü
ruhların zararlı eylemlerini önlemeye yalnız onun gücü yeter. Şaman bu amaçla
tertip ettiği ayinlerde ruhlar ile ilişkiye geçip onları hoşnut ve razı ederek
istenilen sonucu almaya çalışır.
Kuzey Asya halkları
arasında “büyücü, sihirbaz” anlamına gelen Şaman sözünü, hemen-hemen yalnız
Mançu-Tunguz halkları kullanır: Mançuca sama, Tunguzca Şaman,
saman, Avrupa gezginlerinin bunlardan duyduğu Şaman kelimesi,
sonradan Sibirya sihirbazlarına verilen genel bir ad olarak uluslararası
kitabiyata yerleşmiştir. Bu kelime, ilk kez 17. yüzyılın sonlarına doğru Rus
elçisi olarak Çin’e giden E. İsbrand ile yol arkadaşı A. Brand’ın izlenimlerini
anlatan seyahatnamede geçer. Bu kitaba göre, Tunguzlarda Şaman ya
da saman bir tür “rahip” ya da “sihirbaz” demektir. Böylece
Rusya’nın Doğu Sibirya ile doğrudan doğruya ilişkiye başladığı zamanlardan
başlayarak Avrupa’da yazılmış olan kitaplarda Şaman kelimesi
ile aslında Tunguz sihirbazlarının kastedildiği anlaşılmaktadır.
Şaman kelimesinin
kökenine gelince, bu konuda ortaya atılan fikirler çeşitlidir. Kimilerine göre
kelimenin aslı Mançuca ya da Moğolca, kimilerine göre ise, Sanskritçedir.
Birinci görüşü savunanlardan Banzarov[2]’a göre, Şaman kelimesi Mançucasamandan
gelmektedir. Nitekim bu kelimenin kökünü oluşturan sam, gerek
Mançuca, gerekse Moğolca birkaç kelimede mevcuttur. Örneğin Mançuca samarambi “sıçramak,
dövünmek” demektir. Moğolca sam-dambi “oynamak” demektir. Bu
görüşe taraftar olduğu anlaşılan Nioradze[3], bütün bu kelimelerin, bir coşkunluk durumunu, hareketli
heyecanlı bir durumu belirttikten sonra, saman ya da samanın
“coşmuş, durmadan oynayan, bir oraya, bir buraya sıçrayan kişi” anlamına
geldiğini öne sürer. F. Schlegel ile K. Donner ve N. Poppe, Şaman kelimesini
“dilenci rahip, Budist derviş” anlamına gelen, Sanskritçe sramana ya
da çramana, Pali dilinde samana ile açıklarlar.
Kuzey Asya kültür tarihinde güneyden gelen Budizmin izleri bulunduğunu öne
süren Şirokogorov’da Tunguzlardaki Şamanlığı Budist etkiye indirgerken, Mironov
ile birlikte[4] Şaman kelimesinin kökenini
Sanskritçede aramıştır. Öte yandan Laufer [5] Şaman ya da saman kelimesinin
Budizmden alındığını kabul etmez. Nitekim Ruben[6] de doğrudan doğruya Hint kaynaklarına dayanarak,
Şamanizmin daha Aryalılardan önce, Orta Asya’dan gelen kültür dalgaları ile Kuzey
Hindistan’a yayılmış olduğunu belirtmiştir. Nihayet Şamanizm meselesini
açıklamaya çalışan Ohlmarks[7] saman kelimesinin Sanskritçeden
geldiği hakkında ortaya atılan iddianın artık bir değer taşımadığına işaret
ettikten sonra, Budizmde Şamanlığa ait unsurların bulunduğunu ve bunların
Güney’den çok, Kuzey’in etkisini gösterdiklerini söylemiştir.
Şaman sözü, ayrıca
Toharca’da samane ve Çincede de şa-men şeklinde
geçer. Sogdçada şmn olarak yazılan kelimenin,Şaman sözüne
karşılık olduğu ileri sürülmüş ise de, bunun doğru olmadığı anlaşılıyor. Zira,
Sogdça metinlerdeki şekline işaret edilen bu kelime, Türkçe Turfan metinlerinde
önceleri şamnu, şumnu diye okunmuş iken, sonradan şimnu şeklinde
saptanmıştır. Anlamı da, “kötü ruh, şeytan”dır. İran mitolojisinde Ahrimen’e
karşılık geldiği bilinen bu kelimenin, gerek biçim, gerekse anlam bakımından
Tunguzca Şaman ya da saman sözü ile hiçbir
ilişkisi yoktur. Nihayet bir de Farsça eski edebiyat dilinde “putperest, put”
demek olan, Firdevsi’nin Şahnama’sında “Budist rahip” anlamında
kullanılan bir şemen ya da Şaman kelimesi
vardır. Dinsel bir terim olarak Hintçeden Farsçaya, Sogdça yoluyla geçtiği
anlaşılan bu kelimeyle, Kuzey Asya halklarının sihirbaz rahibini gösteren Şaman arasında
bir ilişki bulmak zordur.
Bütün bu açıklamalardan
anlaşıldığı gibi, Şaman ya da saman Tunguzca
bir kelimedir. Eğer, ileri sürüldüğü gibi, burada vaktiyle çok daha kuzeye
yayılmış olan Budizmin etkisi söz konusu olsaydı, bu terimin çok daha geniş bir
alana yayılması gerekirdi. Oysa, Kuzey Asya dillerinde Şaman için
başka başka kelimelerin kullanıldığı görülüyor. Tunguzların ne Hindistan, ne de
Çin ile doğrudan doğruya bir ilişkisi vardır. Buna göre, Şaman kelimesinin
Çince yoluyla Hintçeden Tunguzcaya geçmiş olması da olası değildir. Nihayet
Németh[8] Şaman kelimesinin kökenini araştırırken, bunu
çeşitli Türk şivelerinde geçen Kam kelimesi ile birleştirip Türkçe olarak
göstermek istemiş ise de bu arada Şaman kelimesinin ikinci hecesini
açıklamıştır.
Şamanların eski bir
geçmişi olduğundan sözeden Banzarov[9]’a göre, Orta Asya halkları arasında onların varlığına
ait ilk doğru bilgi, 6. yüzyıl Çin kaynaklarında geçer. Pelliot[10] yine Çince bir
metne dayanarak, Mançurya’da Cücen dilinde “büyücü” anlamına gelen şan-man
(=şa-man) kelimesinin 12. yüzyılda varlığını saptamıştır.
Türk halkları
Şamanlarına genellikle kam (gam, ham) derler. Radloff[11]’a göre, başlıca Altay,
Teleüt, Lebed, Şor, Şagay, Koybal, Kaç, Küerik, Soyon, Kumandı ve Uygur
ağızlarında geçer. Moğollar, Buryatlar ve Kalmuklar erkek Şamanlarına bö, böge
Yakutlar oyun, Çuvaşlar yum, Kırgız-Kazaklar bakşı, baksı ya da bahşı derler.
Yakutlar ile Altaylılar kadın Şaman için Moğolca udugan (utahan, ubahan, ıduan)
deyimini kullanırlar. Ancak Yakutça’da hamma (kamla), “kam’lık etmek”
anlamındadır.
Kam genellikle “kahin,
büyücü” demektir. Ayrıca “uzman hekim, bilim adamı, felsefeci” anlamlarına da
gelir. Eski türkçe metinlerde bazen “putperest rahip”, bazen “büyücü” anlamında
kullanıldığını görüyoruz. Eberhard[12]’a göre, eski bir Çin
kaynağında, Kırgızlarda Şamana gan denildiğini görüyoruz ki, bu herhalde kam
olacaktır. Nitekim Radloff[13], 11. yüzyılda
Hakas-Kırgızlarda Şamana kam denildiğini yazar. Harva[14]’ya göre, 13. yüzyıl
Avrupa gezginlerinden V. Rubruk’da “sihirbaz” anlamında ham (=kam) kelimesini
kaydetmiştir.
Kam kelimesine, Türkçe
Turfan metinlerinden başka, Kutadgu bilig (462=1069/1070), Divan
lugat al-Turk (470=1077),Codex Cumanicus (m. 1303) ve Abu
Hayyan’ın Kitab al-idrak li lisan al-atrak (712=1313)’i gibi
eski Türk dili andaçlarının bir çoğunda rastlanmaktadır. Kutadgu bilig’de[15] birkaç yerde
anlatıldığına göre, çeşitli hastalıkları tedavi etmek için hekimin
yanında kam da yer alır. Hekim (otaçı) hastalığı (ig) ilaç
(ot) ile tedavi eder (ota-); kam ise, hastayı kendi yöntemine göre, daha çok
ruhsal yollardan, efsun ve sihirle iyileştirmeye (emle-) çalışır.
Divan lugat al-Turk’te[16] “kahin” anlamına
gelen kam’ın başlıca görevi efsun yapmak (arvış arva)’tır. Aynı kitapta[17] geçen kam ırkladı
örneğine bakılırsa, Şamanın falcılık yaptığı da söylenebilir.
Şamanlığa Davet ve
Şamanın Eğitim ve Öğretimi
Şamanın başlıca görevi,
ruhlarla ilişki kurmaktır. Bunu da ancak belirli yetenek ve yatkınlığa sahip
kişiler başarabilir. Bunun için, belli bir eğitim görmekle herkes Şaman olamaz.
Şamanlık doğuştan ve adeta kaçınılmaz bir kader meselesidir.
Altay halklarına göre
Şamanlık, ailede soydan gelen ve özellikle çocukluk çağında sara nöbetleriyle
gelen bir hastalık sayılır.[18] Gerçekten, sayısız
örnekler Şamanlık yeteneğinin hastalıktan kaynaklandığını göstermektedir.
Radloff’a[19]göre, Şamanlık nöbetleri
aniden gelir. Aday önce kendinde büyük bir yorgunluk hisseder; bedeni kasılıp
titrer ve bu durumu esnemeler takip eder; göğsü daralır, birtakım acayip sesler
çıkararak ağlar, gözleri döner, sonra birdenbire sıçrayıp ayağa kalkar, deli
gibi dönmeye başlar ve sonunda ağzından köpükler saçarak yere yıkılır, bedeni
hissizleşir. Bu ıstıraplı durumlar bir süre devam eder. Sonunda günün birinde
aday davulunu alıp çalmaya başlar ve artık sakinleşip kendine gelir. Şaman
olmaktan kaçınan kimse, sonunda ya delirir ya da genç yaşta ölür.
Şçukin’e[20] göre, Yakutlarda
Şaman adayına gelen nöbetler daha şiddetli bir şekilde görünür. Aday, ruhun
baskısı ile ormanlara düşer, kendini ateşe, suya atmak ister. Bu belirtilerden,
o kişinin Şaman olacağı anlaşılır ve aday Şamanlığa başlayarak bu hastalıktan
kurtulur. Troşçanskiy’e[21] göre, Yakutlarda
Şamanlığa yatkın kişilerde görülen bu sinirsel hastalığa menerik denir.
Şamanlığı bırakanlarda hastalığın yeniden başladığı birçok örneklerle
saptanmıştır.
Şirokogorov’un[22] verdiği bilgiye
göre, Tunguzlarda da Şamanlığın sinirsel bir hastalık durumunda ortaya çıktığı
görülmektedir.
Ohlmarks’da[23] Şamanizmin ruhsal
esasını, kutup bölgesindeki doğal şartların ağırlığından ileri gelen bir tür
isteri ile açıklamak istemiştir. Ama, bütün bunlara karşın Şamanı yalnızca bir
ruh hastası olarak göstermek asla doğru değildir. Tersine olarak ruhlar
tarafından Şamanlığa çağrıldığına inanılan bu kişiye, Sibirya halkları arasında
korku ile karışık bir saygı gösterilir. Özel yeteneği sayesinde doğaüstü
güçlerle ilişkide sayıldığı için, ona, bağlı olduğu boy ya da oymağın
koruyucusu gözü ile bakılır. Nitekim ilk Şamanın ortaya çıkmasına dair Sibirya’da
anlatılan efsanelerde de[24] ruhlarla ilişkide
bulunduğuna inanılan Şamanın, üstün yetenekleri ile farklı yaratılışa sahip bir
varlık olduğu belirtilir. Kamlar, genellikle zeki, hayalperest ve şair tabiatlı
insanlardır. Ayin sırasında büyük bir vecd içinde kendinden geçip gök ve
yeraltı dünyalarında gördüğü garip varlıkları, ilginç olayları ayrıntılarıyla
anlatan Şaman, ayıldıktan sonra hiçbir şey anımsamaz. Tarihi çağlarda
gelecekten haber veren, bir boz atın sırtında göklere çıkan, hatta sonunda
devlet işlerine bile karışan, güçlü Şamanlardan sözedilir.[25]
Yukarıda gösterildiği
gibi, yalnız eğitim ile herkes Şaman olamayacağı gibi, sadece doğuştan yetenek
ve yatkınlık da buna yetmez. Şaman adayında yatkınlık ile birlikte, belirli bir
bilgi ve maharet de aranır. Radloff’a[26] göre Şaman,
mesleğindeki gücü ve bilgiyi atalarından alır. Onlardaki gücün ortaya
çıkmasıyla davulu yönetmeyi, makamla dualar okuyup ataları, ruhları çağırmayı
ve sonunda onların yardımıyla kendi ruhunu bedeninden ayırarak aydınlık ya da
karanlık dünyaya göndermeyi öğrenir. Şamanın kuşaktan kuşağa geçen örf ve
âdetleri iyice bilmesi ve özellikle kendi soyuyla bağlı olduğu boy ya da
oymağın ruhlarını tanıması gerekir. Anohin’in[27] yazdığına göre,
ölmüş Şamanların ruhları, “temiz, iyi ruh” olarak yeraltı dünyasından ayrılıp
bu dünyada yaşarlar. Bu şekilde hemen hemen her ailenin zamanında Şamanlık
yapmış olup torunlarına yardım etmek isteyen ataları vardır. Bu akraba ruhları
olmadan Şaman görevini asla yapamaz. Şaman gerek göğe çıkarken, gerekse
yeraltındaki cehennem alemine inerken karşılaştığı engellerei aşabilmek için bu
ruhları çağırır. Denildiğine göre, onlar da canlı birer güç olarak ortaya çıkıp
Şamana yardım eder ve onun karşısına dikilen korkunç düşmanlarla savaşırlar.
Çeşitli ayinlere ait bilgileri elde edebilmek için Şaman adayının, oymağın
deneyimli yaşlıları ile ilişkide olması ve ayrıca güçlü, bilgili bir Şamandan
ders alması gerekir. Aday, bu kişinin yardımı ile çeşitli ayinlerin nasıl
yapılacağını, okunacak dua ve efsunları öğrenerek, görünmez güçlerle samimiyet
yaratır. Stadling’e[28] göre, Yakutlarda
usta Şaman, adayı bir emeget “yardımcı ruh” ile donatır. Bir söylentiye göre,
bu ruh Şamanın diğer benliğidir. Aslında adayın kendisi aşırı derecede hassas
ve hayalperest olduğundan, üstadının sır dolu telkinleriyle, garip şeylerle
uğraşa uğraşa, sonunda günün birinde o da Şaman olmak kudretini kazanır. Adayın
Şaman olarak yetişmesi, akrabalarının katıldığı bir törenle kutlanır.
Pripuzov’a[29] göre, Yakutlarda
yaşlı Şaman, adayı yüksek bir dağın başına ya da bozkıra götürerek ona Şaman
giysisi giydirir; eline bir davul ile at kılı sarılı bir söğüt dalı verir.
Adayın sağında 9 erkek, solunda 9 kız çocuk yer alır. Bu arada adayı yetiştiren
üstad da tören giysisini giymiş olarak adayın arkasında durup birtakım dualar
okur. Aday bu yemin duasını tekrarlayarak yoksullara, düşkünlere yardım
edeceğine, yüksek dağların doruklarında yaşayan ruhlara saygı gösterip hizmet
edeceğine söz verir. Bu ruhların en büyüğü, en güçlüsü sustuganah ulu Toyun
olup bunun erkekli dişili büyük bir aile halkı, adları, sanları ile çağırılan
oğulları, karısı, kardeşi ve diğer akrabaları vardır. Bunların bazısı insanlara
kötülük eden, çeşitli hastalıklar doğuran kötü ruhlar olup çoğu dişidir. Her
ruha kurban olarak sunulacak hayvan, rengi ve sembolleriyle ayırt edilmiştir.
Kimine kara aygır ya da kızılca alaca at, kimine kara inek, kimine de alnı kara
benekli ak inek kurban edilir. Bu arada Şaman, insanlarda çeşitli akıl
hastalıklarına neden olduğuna inanılan dişi ruh için dokuz kakım, dokuz sarı
sıçan, dokuz kokarca, dokuz güvercin azad edeceğine söz verir.[30]
Radloff[31] Şamanlığın kalıtımsal
olup, babadan oğula ya da pek seyrek durumlarda babadan kıza geçtiğini yazar.
Bu konuda daha doğru bilgi verdiği anlaşılan Anohin[32] Şamanların
soykütüklerine dayanarak, bu mesleğin babadan çocuğa değil, ama akrabadan
akrabaya geçtiğini yazmıştır.
Yine Anohin’in[33] saptadığına göre,
Şamanlığa davet 6 ile 50 yaş arasında değişir. Ancak bu arada daha çok 20
yaşında olanlar çoğunluğu oluşturmakta ve bu şekilde Şamanlığa davetin,
genellikle cinsel olgunlaşma devresine rastlaması dikkati çekmektedir. Bununla
beraber özel durumlarda ancak 62 yaşında Şaman olanlara da rastlanır. Bunun
tersine daha çocukluk çağında 4, 6, 9, 12, 15 yaşlarında Şaman olanlar da
vardır. Henüz çocuk yaşında olanlar, çadırda bazan günde 2 saat kadar kendi
kendilerine davul çalıp bir şeyler mırıldanır ve bu şekilde eğitim yaparak
ancak yıllarca sonra gerçek Şaman olabilirler.
Bir Moğol boyu olan
Buryatlarda Şaman adayı, bağlı olduğu boy ya da oymağı komşularından birisiyle
dolaşıp sadaka toplar. Sonra oymak halkı bir ormanda toplanır. Bu arada, tören
sırasında davul yerine kullanılmak üzere, kalın bir kayın ağacının gövdesi oyularak,
bundan iki asa çıkarılır. Bir ağacın yanında bir kulube kurulup ortasında ateş
yakılır. Oymağın yaşlı kişileri burada yerlerini aldıktan sonra bunlardan
birisi Şaman adayının “ata”sı olur. Bu yaşlı Şamanın ruhlarıyla adayın
ruhlarının aynı sınıftan ve aynı soydan olmalarına dikkat edilir. Her ikisi ilk
ayini birlikte yapar, duaları bir ağızdan okur ve hareketlerini birbirlerine
uydururlar. Tören dokuz gün sürer. Bu arada birçok koyun ve tay kesilerek
yenilip içilir. Genç kızlarla delikanlılar dansedip eğlenirler. Dokuzuncu gün
bir keçe üzerine oturtulan aday, havaya kaldırılarak Şaman ilan edilir.[34]
16 Kasım 2013 Cumartesi
OSMANLI' DA NEVRUZ GELENEĞİ
Türkler tarafından çok eski tarihlerden itibaren kutlanan ve genelde Yeni Gün olarak adlandırılan
Nevruz, Osmanlılarda da bahar bayramı ve yeni yılın başlangıcı olarak kutlanmıştır. Zira 21 Mart gece
ile gündüzün eşit olduğu ve bundan sonra gündüzün uzayacağı gün dönümüdür. Bu anda bahar başlar
ve 92 gün 20 saat, 4 dakika ve 27 saniye sürer ve yaza ulaşır.
Nevruz, inanışa göre baharın ilk günü ve yıl başıdır. Takvimler hep Mart'tan başlar. Bu sebeple
Osmanlılarda malî yıl başlangıcı Nevruz olarak alınmıştır ve hemen bütün kanunnâmelerde verginin
ilk taksidinin toplandığı andır. Bu durum Cumhuriyet döneminde de 1980'li yıllara kadar malî yılbaşı
olarak devam etmiştir.
Türklere ait olup, dünyanın en doğru takvimlerinden olan ve Sultan Melikşah zamanında
hazırlanmasından dolayı, unun lâkabı Celâlüddevle'den dolayı Celâli Takvimi denilen takvimin
başlangıç günü de Greenwich zamanına göre 21 Mart (15 Mart 1079) olarak alınmıştır (hicrî 9
Ramazan 471 Cuma). Bu tarih Osmanlılarda "Nevruz-ı Sultanî" veya sadece "Nevruz" olarak
adlandırılmış ve kanunnâmelerde: "... resmin nısfı nevruz-ı sultanî'de ve nısf-ı aharı son güz ayının
evvelinde alına" hükmüyle verginin ilk taksidinin alındığı zaman olmuştur. Bu şekil Osmanlı
devletinin hemen bütün sancak kanunnâmelerinde görülür. Bu kanunnâmelerde Nevruz, "mevsim-i
evvel bahar nevruz" şeklinde belirtilmiştir. Bugün Anadolu'nun bazı yörelerinde Nevruz-ı Sultanî Mart
9'u olarak bilinir.
Osmanlılar tarafından Nevruz-ı mübârek olarak da adlandırılan Nevruz sayılı günlerden biri olarak
kutlanmış, güneşin Koç (=Hamel) burcuna girdiği ilkbahar ılınımı anına Nevruz denilmiştir.
Yeni yılın başlangıcı olarak kabul edilen bu günde eğlenceler tertib edilir, sarayda olduğu gibi halk
arasında da eczahanelerde yapılan ve Nevruziye denilen macun rağbet görür, en azından bunu elde
edemeyenler tarafından tatlı yenirdi. Bu macundan yemenin kuvvet ve şifa verici bir tesiri ve kendi
usul ve an'anelerine göre bunları kaynatıp suyunu içerler ve yüzlerini yıkarlardı.
Saray haricinde Nevruz'dan birkaç gün önce eczacılar, kulplu küçük çay bardaklarına veya fincanlara,
terkibi kendilerince bilinen bir macun doldurup, tanıdığı müşterilerine ve mahallenin kibar ve
zenginlerine gönderirlerdi. Bu hediyeleri alanlar, buna karşılık çoğunlukla bir gümüş Mecidî bahşiş
verirler ve eczacı çıraklarını sevindirirlerdi. Eczacıdan gelen Nevruziye ve yedi sin (=heft sin), yani
arapçadaki sin harfiyle başlayan süt, simit, sukker, sa'lep, sirke (sir), soğan, semek (balık) veya sefercil
(ayva) bir tepsiye konulup evin efendisi önüne getirilir, evde mevcut olanlar da tepsinin etrafına iki diz
üstünde otururlardı. Evin efendisi herkesin önünde bu malzemelerden birer fincan veya tabak ile
herkese dağıtır ve gün dönümü saati geldiği vakit, buyurun hitabıyla önce macundan, sonra
diğerlerinden birlikte alınır, evin efendisi senenin saadetle geçmesi için uzunca bir dua yapar, eller
öpülür ve merasim sona ererdi. Macun yenir yenmez üstüne su, gül veya limon şerbeti içilmesi
âdettendi.
Her sene yılbaşı olan Nevruz'da veziriâzamla vezirler, eyâlet valileri ve belirli bazı devlet adamları
tarafından padişahlara Hediyye-i Nevruziye adıyla donanmış atlar, murassa silahlar, pahalı kumaşlar
vesâir hediyeler verilirdi. Bu nev'iden armağanlara Divân-ı Lügati't Türk'de "artut" denilmiştir.
Veziriâzamların Nevruziye Pîşkesi adıyla verdikleri hediyelere bir örnek olmak üzere, ilk Osmanlı
vak'anüvisi Mustafa Naimâ Efendi'nin Tarihinde yer alan ve İpşir Mustafa Paşa'nın IV. Mehmed'e
takdim ettiği hem Nevruz ve hem de sadarete tayini ile ilgili şu bilgiler verilmektedir.
"... Vezir, kanun üzere Nevruziye pîşkeşi ile sadâret cem' edip birden irsâl eyledi. Birsemend ve iki
gaburlevn at ki üçünün dahi dünyada nazîri bulunmaz. Serâpâ cevâhir ile âreste zeheb-i ahmerden
(kızıl altın) ma'mûl raht ve rikâb ve gaddâre ve topuz vesâir zer-dûz bisât ile müzeyyen idi vesâir
ecnâs-ı tuhaf ve tarâyif-i gûnâgûndan boğçalardan ma'ada bir araabada yüz keselik filori ve kuruş
gönderdi; Vâlide hazretlerine yirmi keselik kadar pîşkeş irsâl edip...".
Nevruz'da ayrıca her sene birinci mirahur tarafından takdimi kanun olan "rikâbiyye pîşkesi"
dolayısıyla birinci ve ikinci mirahur, büyük ve küçük ahur kethüdaları, arpa rûznamçecisi, arpa kâtibi,
sarraçlar kâtibi, mirahur-ı evvel kethüdası ve kâtibi gibi has ahur erkânına hil'atler giydirildi.
Hekimbaşılar her sene Nevruz'da çeşitli terkiplerden Nevruziye ismi verilen kırmızı renkli ve kokulu
bir macun yaparak Nevruz gecesi bunları porselen kaplar içerisinde önce padişah, şehzade ve
sultanlara, kadın efendilere, veziriâzama ve devlet ricaline takdim ederler, buna karşılık çeşitli
hediyeler alırlardı. Nevruziye takdim eden hekim başıya padişah huzurunda kürk giydirilmesi
usuldendi. Yukarıda da belirttiğimiz gibi kırmızıya çalar koyu renkte, ağızda cıtır cıtır ses çıkaran ve
şekerlenmiş reçele benzeyen Nevruz macununun sarayda yapılanı 40 çeşit maddeden meydana gelirdi.
Bu konuda yapılan araştırmalarda bu kırk çeşit madde içerisinde; karanfil, yeni bahar, zencefil,
kalanga (=zulumba), kara biber, kırem tartar, kişniş, havlican, kebabiye, hindistan cevizi, anason,
hıyar-ı şenbih, sakız, zahferan, tarçın, udü'l-kahr, çöp-i çin, hardal, mirr-i sâfî, iksir, çivid, meyan balı,
kalem-i bârid, tiryak, sarı halile, râziyâne, kimyon, zerdecav, tarçın çiçeği, hindistan çiçeği, çörek otu,
dâr-i fülfül, râvend, limon tuzu, kakule, sinameki, vanilya, portakal kabuğu, topalak kökü ve şeker yer
almaktadır.
Nevruziye macunu konan kâselerin kapakları kurdalelerle bağlanır, kurdaleler arasına, günün hamel
yani koç burcuna hangi saat, hangi dakika ve hangi saniyede gireceğinin yazıldığı bir de kağıt
iliştirilirdi. Buna Nevruziye kulağı denirdi.
Nevruz macununun değişik terkiplerinin çok sayıda hastalığa iyi geldiğine inanılırdı. Bunlardan, kalp
ve dimağ arızalarını giderme; mide fesadı, hazımsızlık, yemek rahatsızlıkları, ishal, ağız ağrısı (aft),
dizenteri, taun ve veba hummaları; mesane, böbrek ve bağırsaklardaki yaralar, şişler, iltihaplar; akıl ve
vücudun kuvvetini arttırma, kalbe ve ruha kuvvet verme gibi olanları belli başlılarıdır.
Bu bilgilerden sonra şüphesiz akla hemen Manisa Mesir Bayramı gelmektedir. Osmanlı Türkleri
dönemine ait Nevruziyenin halk tarafından en bilineni ve geleneksel olarak XVI. Yüzyıldan itibaren
aksaksız kutlananı budur. Halk arasında Nevruz'la alâkası unutulmuş olan ve bugün de hâla devam
eden bu törenlere, şifa bulmak için pek çok vatandaşımız iştirak etmektedir. Bu gelenek rivâyetine
göre XVI. Asır başlarında mutasavvıf hekim Merkez Musluhiddin Efendi tarafından başlatılmıştır.
Burada hazırlanan macun 61 değişik maddeden yapılmakta idi.
Hekimbaşılardan başka müneccimbaşılar da her yıl tertip ettikleri padişah ve veziriâzama takdim
ederek, karşılığında Nevruziye ismiyle hediyeler alırlardı. Padişahlar XVII. Asırda bin akçe, XVIII.
Asır ortalarında ise altı bin akçe (gümüş para) atıyye verirlerdi. Müneccimbaşıların XX. Yüzyıl
başlarında sadrıâzama takdim ettikleri takvim sebebiyle arkasına erkân bir samur kürk giydirildiği ve
beşyüz kuruş hediye edildiği kaynaklarda yer almaktadır. Ayrıca Nevruz âdetleri arasında Yeniçeri
Ağası'nın vükelâya yemek vermesi de yer alırdı. Bu ziyâfet sırasında misafirlere şekerli, baharattan
yapılmış macun ikram edilirdi.
Osmanlı Divan edebiyatı şâirleri, Ramazan bayramı, bahar ve kış mevsimlerinde olduğu gibi
Nevruz'da da câize almak için büyüklere kaside sunmuşlardır. Bu türden kaside ve gazellere
"Nevruziyye" denmektedir. Nevruziyye'ye örnek olmak üzere Nef'î'nin gazelinden bir beyt sunmak
istiyorum:
"Erişdi bahâr oldu yine hemdem-i nevruz
Şâd etse nola dilleri câm-ı Cem-i nevruz"
Yine birçok örnekten biri olarak Râmi Paşa'nın oğlu Refet Bey'in, Damat İbrahim Paşa'ya yazdığı
Nevruz redifli kasidesinden de birkaç dörtlük arz ediyorum:
"Hayat-ı taze verüp dehre makdem-i nevruz
Hoşâ irişti meşâmm-ı deme dem-i nevruz
Dağıttı leşkeri sermâyı sahn-ı gülşenden
Kurunca bârgâhın şâh-ı ekrem-i nevruz
Açıldı bahtı yine siyah-ı dilin
Olup karîn-i atâya-yı hürrem-i nevruz
Harîm-i bağ o kadar cilverîz-i şevk olmuş
Ki görse bâğ-ı Behişt ola mahrem-i nevruz"
XVI. yüzyılın Alevî-Bektaşî sâirlerinden Pîr Sultan Abdal da Nevruziyyesinde şöyle diyor:
"Sultan Nevruz günü canlar uyanır
Hal ehli olanlar nura boyanır
Muhib olan bu gün ceme dolanır
Himmeti erince Nevruz Sultan'ın
Âşık olan canlar bu gün gelürler
Sultan Nevruz günü birlik olurlar
Hallâk-ı cihandan ziya olurlar
Himmeti erince Nevruz Sultan'ın"
Nevruz'un Osmanlılardan başka çağdaşı olan Memlüklerde de aynı şekilde mâli yıl başlangıcı ve
baharın ilk günü olarak kutlanıldığı görülüyor. Nitekim Sultan Kayıtbay kanununda resm-i hane'nin
Nevruz-ı Sultanî'de alınması hükmü bulunmaktadır. Yine bir Türk devleti olan Safevîlerde de
Nevruz'un kutlandığı III. Ahmed döneminde elçilikle İran'a gönderilen Dürrî Efendi'nin
"Sefaretnâme"sinde kaydediliyor. Sefaretnâme'de bununla ilgili olarak:
"Birkaç gün sonra Nevruz-ı Sultanî hulûl edüp, anlar nevruza gayet itibar ve ıyd-i ekberdir deyu
tesmiye edüp, ıyd-i ramazan ve ıyd-i edha'dan hâşâ mükerrem ve eşrâf olmak üzere itibar ederler imiş.
Hangi ayda vâkı' olsa, ol ayın nihayetine dek zevk u şevkle âlâ, ednâ ve zükûr ve inas ve nisvanı sürûr
ve şâdmanî ederler. Evvelâ tahmil-i şems saatinde bilcümle vüzerâ ve âyân-ı devlet Şah'ın meclisine
da'vet ve hâzır ve Şah'ın önüne beşyüz-bin mikdarı meskûk altın korlar. Şah dahi eli ile ol altını
karışdırıp bir kabza alıp, iptidâ vezire verüp sonra bilcümle huzzâr-ı tevzi' edüp Şah'ın eli
dokunmuşdur deyu halk birbirine teberrük deyu ihdâ ederler. Bu kulunuzu tahvil gecesi da'vet ettiler,
i'tizâr edüp gitmedim" şeklinde ordaki kutlamalara yer vermiştir.
Osmanlıların son zamanlarına kadar Nevruz an'anesinin devam ettiği çeşitli kaynaklardan
öğrenilmektedir. Öyle ki eski cep takvimlerinde Nevruz: "Nevruz-ı Sultanî-i meymenet âsâr ve evvel-i
mevsim-i bahar ve tesâvî-i leyl ü nehâr" ifadesiyle yer almıştır.
Osmanlılarda Nevruz'dan önceki üç Cuma günü de kuru yemiş bayramı olarak kutlanmıştır. Zira
Nevruz'dan sonra tazelerin çıkacağı düşünülerek, kuru yemiş satan esnafın elinde kalıp zarar
etmemeleri maksadıyla, kalanların elden çıkarılması hedeflenmişti. Bunun için bu bayram üç hafta
sürerdi. Böylece kuruyemiş esnafının sonraki seneye zarar etmeden girmesi sağlanırdı.
XX. yüzyılın başına kadar geldiği tespit edilen Nevruz kutlamaları, bu devirden sonra hissedilir
biçimde diğer bazı geleneklerimiz gibi ortadan kalktı. Bugün halkımızın büyük çoğunluğu tarafından
bilinmiyor, bilenler arasında ise yanlış yorumlanıyor. Kültürel değerlerimize duyarsız kalışımızın
bugün birlik ve bütünlüğümüzün sarsılmasında son derece etkili olduğu malûmunuzdur.
Nevruz, Osmanlılarda da bahar bayramı ve yeni yılın başlangıcı olarak kutlanmıştır. Zira 21 Mart gece
ile gündüzün eşit olduğu ve bundan sonra gündüzün uzayacağı gün dönümüdür. Bu anda bahar başlar
ve 92 gün 20 saat, 4 dakika ve 27 saniye sürer ve yaza ulaşır.
Nevruz, inanışa göre baharın ilk günü ve yıl başıdır. Takvimler hep Mart'tan başlar. Bu sebeple
Osmanlılarda malî yıl başlangıcı Nevruz olarak alınmıştır ve hemen bütün kanunnâmelerde verginin
ilk taksidinin toplandığı andır. Bu durum Cumhuriyet döneminde de 1980'li yıllara kadar malî yılbaşı
olarak devam etmiştir.
Türklere ait olup, dünyanın en doğru takvimlerinden olan ve Sultan Melikşah zamanında
hazırlanmasından dolayı, unun lâkabı Celâlüddevle'den dolayı Celâli Takvimi denilen takvimin
başlangıç günü de Greenwich zamanına göre 21 Mart (15 Mart 1079) olarak alınmıştır (hicrî 9
Ramazan 471 Cuma). Bu tarih Osmanlılarda "Nevruz-ı Sultanî" veya sadece "Nevruz" olarak
adlandırılmış ve kanunnâmelerde: "... resmin nısfı nevruz-ı sultanî'de ve nısf-ı aharı son güz ayının
evvelinde alına" hükmüyle verginin ilk taksidinin alındığı zaman olmuştur. Bu şekil Osmanlı
devletinin hemen bütün sancak kanunnâmelerinde görülür. Bu kanunnâmelerde Nevruz, "mevsim-i
evvel bahar nevruz" şeklinde belirtilmiştir. Bugün Anadolu'nun bazı yörelerinde Nevruz-ı Sultanî Mart
9'u olarak bilinir.
Osmanlılar tarafından Nevruz-ı mübârek olarak da adlandırılan Nevruz sayılı günlerden biri olarak
kutlanmış, güneşin Koç (=Hamel) burcuna girdiği ilkbahar ılınımı anına Nevruz denilmiştir.
Yeni yılın başlangıcı olarak kabul edilen bu günde eğlenceler tertib edilir, sarayda olduğu gibi halk
arasında da eczahanelerde yapılan ve Nevruziye denilen macun rağbet görür, en azından bunu elde
edemeyenler tarafından tatlı yenirdi. Bu macundan yemenin kuvvet ve şifa verici bir tesiri ve kendi
usul ve an'anelerine göre bunları kaynatıp suyunu içerler ve yüzlerini yıkarlardı.
Saray haricinde Nevruz'dan birkaç gün önce eczacılar, kulplu küçük çay bardaklarına veya fincanlara,
terkibi kendilerince bilinen bir macun doldurup, tanıdığı müşterilerine ve mahallenin kibar ve
zenginlerine gönderirlerdi. Bu hediyeleri alanlar, buna karşılık çoğunlukla bir gümüş Mecidî bahşiş
verirler ve eczacı çıraklarını sevindirirlerdi. Eczacıdan gelen Nevruziye ve yedi sin (=heft sin), yani
arapçadaki sin harfiyle başlayan süt, simit, sukker, sa'lep, sirke (sir), soğan, semek (balık) veya sefercil
(ayva) bir tepsiye konulup evin efendisi önüne getirilir, evde mevcut olanlar da tepsinin etrafına iki diz
üstünde otururlardı. Evin efendisi herkesin önünde bu malzemelerden birer fincan veya tabak ile
herkese dağıtır ve gün dönümü saati geldiği vakit, buyurun hitabıyla önce macundan, sonra
diğerlerinden birlikte alınır, evin efendisi senenin saadetle geçmesi için uzunca bir dua yapar, eller
öpülür ve merasim sona ererdi. Macun yenir yenmez üstüne su, gül veya limon şerbeti içilmesi
âdettendi.
Her sene yılbaşı olan Nevruz'da veziriâzamla vezirler, eyâlet valileri ve belirli bazı devlet adamları
tarafından padişahlara Hediyye-i Nevruziye adıyla donanmış atlar, murassa silahlar, pahalı kumaşlar
vesâir hediyeler verilirdi. Bu nev'iden armağanlara Divân-ı Lügati't Türk'de "artut" denilmiştir.
Veziriâzamların Nevruziye Pîşkesi adıyla verdikleri hediyelere bir örnek olmak üzere, ilk Osmanlı
vak'anüvisi Mustafa Naimâ Efendi'nin Tarihinde yer alan ve İpşir Mustafa Paşa'nın IV. Mehmed'e
takdim ettiği hem Nevruz ve hem de sadarete tayini ile ilgili şu bilgiler verilmektedir.
"... Vezir, kanun üzere Nevruziye pîşkeşi ile sadâret cem' edip birden irsâl eyledi. Birsemend ve iki
gaburlevn at ki üçünün dahi dünyada nazîri bulunmaz. Serâpâ cevâhir ile âreste zeheb-i ahmerden
(kızıl altın) ma'mûl raht ve rikâb ve gaddâre ve topuz vesâir zer-dûz bisât ile müzeyyen idi vesâir
ecnâs-ı tuhaf ve tarâyif-i gûnâgûndan boğçalardan ma'ada bir araabada yüz keselik filori ve kuruş
gönderdi; Vâlide hazretlerine yirmi keselik kadar pîşkeş irsâl edip...".
Nevruz'da ayrıca her sene birinci mirahur tarafından takdimi kanun olan "rikâbiyye pîşkesi"
dolayısıyla birinci ve ikinci mirahur, büyük ve küçük ahur kethüdaları, arpa rûznamçecisi, arpa kâtibi,
sarraçlar kâtibi, mirahur-ı evvel kethüdası ve kâtibi gibi has ahur erkânına hil'atler giydirildi.
Hekimbaşılar her sene Nevruz'da çeşitli terkiplerden Nevruziye ismi verilen kırmızı renkli ve kokulu
bir macun yaparak Nevruz gecesi bunları porselen kaplar içerisinde önce padişah, şehzade ve
sultanlara, kadın efendilere, veziriâzama ve devlet ricaline takdim ederler, buna karşılık çeşitli
hediyeler alırlardı. Nevruziye takdim eden hekim başıya padişah huzurunda kürk giydirilmesi
usuldendi. Yukarıda da belirttiğimiz gibi kırmızıya çalar koyu renkte, ağızda cıtır cıtır ses çıkaran ve
şekerlenmiş reçele benzeyen Nevruz macununun sarayda yapılanı 40 çeşit maddeden meydana gelirdi.
Bu konuda yapılan araştırmalarda bu kırk çeşit madde içerisinde; karanfil, yeni bahar, zencefil,
kalanga (=zulumba), kara biber, kırem tartar, kişniş, havlican, kebabiye, hindistan cevizi, anason,
hıyar-ı şenbih, sakız, zahferan, tarçın, udü'l-kahr, çöp-i çin, hardal, mirr-i sâfî, iksir, çivid, meyan balı,
kalem-i bârid, tiryak, sarı halile, râziyâne, kimyon, zerdecav, tarçın çiçeği, hindistan çiçeği, çörek otu,
dâr-i fülfül, râvend, limon tuzu, kakule, sinameki, vanilya, portakal kabuğu, topalak kökü ve şeker yer
almaktadır.
Nevruziye macunu konan kâselerin kapakları kurdalelerle bağlanır, kurdaleler arasına, günün hamel
yani koç burcuna hangi saat, hangi dakika ve hangi saniyede gireceğinin yazıldığı bir de kağıt
iliştirilirdi. Buna Nevruziye kulağı denirdi.
Nevruz macununun değişik terkiplerinin çok sayıda hastalığa iyi geldiğine inanılırdı. Bunlardan, kalp
ve dimağ arızalarını giderme; mide fesadı, hazımsızlık, yemek rahatsızlıkları, ishal, ağız ağrısı (aft),
dizenteri, taun ve veba hummaları; mesane, böbrek ve bağırsaklardaki yaralar, şişler, iltihaplar; akıl ve
vücudun kuvvetini arttırma, kalbe ve ruha kuvvet verme gibi olanları belli başlılarıdır.
Bu bilgilerden sonra şüphesiz akla hemen Manisa Mesir Bayramı gelmektedir. Osmanlı Türkleri
dönemine ait Nevruziyenin halk tarafından en bilineni ve geleneksel olarak XVI. Yüzyıldan itibaren
aksaksız kutlananı budur. Halk arasında Nevruz'la alâkası unutulmuş olan ve bugün de hâla devam
eden bu törenlere, şifa bulmak için pek çok vatandaşımız iştirak etmektedir. Bu gelenek rivâyetine
göre XVI. Asır başlarında mutasavvıf hekim Merkez Musluhiddin Efendi tarafından başlatılmıştır.
Burada hazırlanan macun 61 değişik maddeden yapılmakta idi.
Hekimbaşılardan başka müneccimbaşılar da her yıl tertip ettikleri padişah ve veziriâzama takdim
ederek, karşılığında Nevruziye ismiyle hediyeler alırlardı. Padişahlar XVII. Asırda bin akçe, XVIII.
Asır ortalarında ise altı bin akçe (gümüş para) atıyye verirlerdi. Müneccimbaşıların XX. Yüzyıl
başlarında sadrıâzama takdim ettikleri takvim sebebiyle arkasına erkân bir samur kürk giydirildiği ve
beşyüz kuruş hediye edildiği kaynaklarda yer almaktadır. Ayrıca Nevruz âdetleri arasında Yeniçeri
Ağası'nın vükelâya yemek vermesi de yer alırdı. Bu ziyâfet sırasında misafirlere şekerli, baharattan
yapılmış macun ikram edilirdi.
Osmanlı Divan edebiyatı şâirleri, Ramazan bayramı, bahar ve kış mevsimlerinde olduğu gibi
Nevruz'da da câize almak için büyüklere kaside sunmuşlardır. Bu türden kaside ve gazellere
"Nevruziyye" denmektedir. Nevruziyye'ye örnek olmak üzere Nef'î'nin gazelinden bir beyt sunmak
istiyorum:
"Erişdi bahâr oldu yine hemdem-i nevruz
Şâd etse nola dilleri câm-ı Cem-i nevruz"
Yine birçok örnekten biri olarak Râmi Paşa'nın oğlu Refet Bey'in, Damat İbrahim Paşa'ya yazdığı
Nevruz redifli kasidesinden de birkaç dörtlük arz ediyorum:
"Hayat-ı taze verüp dehre makdem-i nevruz
Hoşâ irişti meşâmm-ı deme dem-i nevruz
Dağıttı leşkeri sermâyı sahn-ı gülşenden
Kurunca bârgâhın şâh-ı ekrem-i nevruz
Açıldı bahtı yine siyah-ı dilin
Olup karîn-i atâya-yı hürrem-i nevruz
Harîm-i bağ o kadar cilverîz-i şevk olmuş
Ki görse bâğ-ı Behişt ola mahrem-i nevruz"
XVI. yüzyılın Alevî-Bektaşî sâirlerinden Pîr Sultan Abdal da Nevruziyyesinde şöyle diyor:
"Sultan Nevruz günü canlar uyanır
Hal ehli olanlar nura boyanır
Muhib olan bu gün ceme dolanır
Himmeti erince Nevruz Sultan'ın
Âşık olan canlar bu gün gelürler
Sultan Nevruz günü birlik olurlar
Hallâk-ı cihandan ziya olurlar
Himmeti erince Nevruz Sultan'ın"
Nevruz'un Osmanlılardan başka çağdaşı olan Memlüklerde de aynı şekilde mâli yıl başlangıcı ve
baharın ilk günü olarak kutlanıldığı görülüyor. Nitekim Sultan Kayıtbay kanununda resm-i hane'nin
Nevruz-ı Sultanî'de alınması hükmü bulunmaktadır. Yine bir Türk devleti olan Safevîlerde de
Nevruz'un kutlandığı III. Ahmed döneminde elçilikle İran'a gönderilen Dürrî Efendi'nin
"Sefaretnâme"sinde kaydediliyor. Sefaretnâme'de bununla ilgili olarak:
"Birkaç gün sonra Nevruz-ı Sultanî hulûl edüp, anlar nevruza gayet itibar ve ıyd-i ekberdir deyu
tesmiye edüp, ıyd-i ramazan ve ıyd-i edha'dan hâşâ mükerrem ve eşrâf olmak üzere itibar ederler imiş.
Hangi ayda vâkı' olsa, ol ayın nihayetine dek zevk u şevkle âlâ, ednâ ve zükûr ve inas ve nisvanı sürûr
ve şâdmanî ederler. Evvelâ tahmil-i şems saatinde bilcümle vüzerâ ve âyân-ı devlet Şah'ın meclisine
da'vet ve hâzır ve Şah'ın önüne beşyüz-bin mikdarı meskûk altın korlar. Şah dahi eli ile ol altını
karışdırıp bir kabza alıp, iptidâ vezire verüp sonra bilcümle huzzâr-ı tevzi' edüp Şah'ın eli
dokunmuşdur deyu halk birbirine teberrük deyu ihdâ ederler. Bu kulunuzu tahvil gecesi da'vet ettiler,
i'tizâr edüp gitmedim" şeklinde ordaki kutlamalara yer vermiştir.
Osmanlıların son zamanlarına kadar Nevruz an'anesinin devam ettiği çeşitli kaynaklardan
öğrenilmektedir. Öyle ki eski cep takvimlerinde Nevruz: "Nevruz-ı Sultanî-i meymenet âsâr ve evvel-i
mevsim-i bahar ve tesâvî-i leyl ü nehâr" ifadesiyle yer almıştır.
Osmanlılarda Nevruz'dan önceki üç Cuma günü de kuru yemiş bayramı olarak kutlanmıştır. Zira
Nevruz'dan sonra tazelerin çıkacağı düşünülerek, kuru yemiş satan esnafın elinde kalıp zarar
etmemeleri maksadıyla, kalanların elden çıkarılması hedeflenmişti. Bunun için bu bayram üç hafta
sürerdi. Böylece kuruyemiş esnafının sonraki seneye zarar etmeden girmesi sağlanırdı.
XX. yüzyılın başına kadar geldiği tespit edilen Nevruz kutlamaları, bu devirden sonra hissedilir
biçimde diğer bazı geleneklerimiz gibi ortadan kalktı. Bugün halkımızın büyük çoğunluğu tarafından
bilinmiyor, bilenler arasında ise yanlış yorumlanıyor. Kültürel değerlerimize duyarsız kalışımızın
bugün birlik ve bütünlüğümüzün sarsılmasında son derece etkili olduğu malûmunuzdur.
AVRUPA'DA HALK BİLİMİ ÇALIŞMALARININ TARİHÇESİ
1453 yılında İstanbul'un alınması Avrupa folklor çalışmalarını doğuran başlıca sebep olarak görülmektedir. İstanbul'un Türklerin eline geçmesiyle beraber ticaret yolları el değiştirmiş , bu durum Avrupa ana karasının yeni yollara aramasına neden olmuştur. Bu duruma bağlı olarak okyanusa açılan Kara avrupası önce Afrika yerlileri ile karşılaşmışlar , daha sonra da Amerikan yerlileri ile karşılaşmışlar , önceleri onları tanımaya çalışmışlar , daha sonra da bu ilkellerde kendi ilk dönemlerini aramışlardır.
BU DOĞRULTUDA YAZILAN İLK ESERLER
Montaigne:Denemeler
Jean de Lery: Brezilye ve Amerika topraklarına seyahatin hikayesi
Jean Batise : Jean Batiste'in altı seyahati
La Fontain : Fabıllar
Montaigne ve benzeri yazarlar ilkellere ve ilkellere benzer otantik doğu milletlerine yönelen ilgiyi gösterir.
Humanizm akımının etkisiyle , haçlı yaklaşımlarıyla ötekileştirilen yakın doğu toplumlarında da karşı hoşgörülü yaklaşımların ortaya çıktığı görülmüştür.
Yine Humanizm etkisiyle Avrupa 'da gezmeyi seven bir kesim ortaya çıkmıştır. Bu kitle ümmet fikrine dayalı düşünceden kurtularak ulusalcı bir düşünce yapısı oluşturmayı başarmıştır.
Bu dönemin temel paradigması , ilkel dönemin araştırılması ve Avrupa'nın soylu ve vahşi ruhunu ortaya çıkarmaktır. Avrupa'da ilkellere en çok benzeyen köylerde ve ,halk olarak nitelendirilen , okuma yazma bilmeyen , alt gelir ve kültür tabanlarında bu araştırmalar yapılmıştır.
İngiltere'da klasik akıma baş kaldıran, Halk edebiyatını yücelten bir akım ortaya çıkar ve bu akım kısa zamanda kara avrupasını etkisi altına alır. Dil ve uslup bakımından tevrat ve homere uzanan akım biçim bakımından halk edebiyatını örnek alır. Bu okulun kurucu James Machperson adlı İngiliz şairdir. 1760 yılında İskoç yaylalarından derlenmiş eski şiir parçaları adlı kitabını yayımlar.
Machperson'un Ossian takma adıyla yayınladığı 3 ciltlik eser , sonralarında Ossiancılık adlı bir akıma dönüşecektir. Bu akım özellikle Almanya'da kendine geniş bir şekilde yer edinmiştir.
Almanya'da Ossiancılık akımının en büyük hayranı ve savunucusu Herder olmuştur. Herder Alman halk şarkılarından Alman ruhunun olduğunu söyler, Ona göre bu ürünlerde özgün Alman ruhu yaşamaktadır. Herder'e göre bir kültür ne kadar dış unsurlardan uzak olursa o derece ulusaldır. Edebiyatçıların yapması gereken ise Alman kültür sentezine varmak için , Alman'ın ilkel , sade fakat zengin dilini kullanmak ve Alman ortak ruhunu yakalamak olmalıdır der. Ayrıca Herder , her milletin kendine özgü kültürünün olduğunu savunmuştur.
Yaklaşımlarında fark olmakla beraber , Herder'in temel düşüncelerinin gerçek uygulayıcıları ve halkbilimi çalışmalarının bir anlamda kurucusu olarak görülen Grimm Kardeşlerdir. Kardeşler dünyada ilk masal araştırmalarını başlatmışlar ve bu araştırmalar sırasında bazı folklor kuramlarının ortaya çıkmasında öncülük etmişlerdir.
14 Kasım 2013 Perşembe
HALK KİMDİR , KİME HALK DENİR ?
Bir disiplin olarak Halkbilimi çalışmaları 19. yüzyılda başlamıştır. 18. yüzyılın sonlarına doğru ''Herder'' Halk türküsü , Halk ruhu ve Halk inanması gibi terimler kullanmıştır. Herder'in ünlü Halk türküleri antolojisi ilk defa 1778-1779 yıllarında yayınlanmıştır. Folklore kelimesini ilk defa 1846'da W.Thoms kullanmıştır
Rasyonalizm ve nasyonalizm etkisiyle , milli kimliğin varlığını tespit etme gerekliliğini hisseden fertler arasında oldukça meraklı bir grup oluşmuştur. Avrupa ve ABD'de 19. yüzyıl sonlarına doğru Mili Folklor Kurumları kurulmuştur.
Halk aşağı tabakayı oluşturan , genel nüfus içersinde toplumun seçkin tabakasına tezat olan bayağı ve , kaba bir insan topluluğu olarak düşünülmüştür. Halk bir taraftan medeniyetle tezat olarak ele alınırken , diğer taraftan da gelişme basamaklarından daha aşağıda kabul edilen bir grup arasına yer alırdı. Yani medeni ile gelişme basamakları arasındadır. Halk diğer bir taraftan köylü kavramıyla bir tututlmuştur.
Okur yazar toplumda halk cahil kısım olarak düşünülmüştür. Halk vahşilerden daha medeni olmakla beraber , medeniyeti tam anlamıyla kavrayamamıştır. Bununla birlikte vahşilik döneminden kalma kalıntılar halk tarafından hala muhafaza edilmektedir.
S.Boggs ise halk teriminin başlangıçta tamamen Avrupa köylüleri için kullanıldığını , daha sonra ise kullanım alanının genişleyip , ilkel toplumları da içine alan bir kavram haline geldiğini savunur. Halk tarifinin köylü anlamında kullanışının devamında sadece ilkel toplumlar değil , aynı zamanda şehir toplumu da dışarda bırakılmıştır.
Foster ; endüstrileşme ile birlikte halk kültürünün yok olacağını bu yüzden Kanada, ABD , Almanya ve İngiltere gibi ülkelerin, endüstrileşmenin zirve yaptığı dönemlerde , bu ülkelerde halk kültürünün varlığından söz etmek mümkün olmayacaktır der.
Halk terimi ; en azından ortak bir faktörü paylaşan, herhangi bir grubu ifade eder . Bu grubu birbirine bağlayan faktörün , ortak bir meslek , dil ve ya din olduğu önemli değildir. Bundan daha önemlisi , herhangi bir sebebe bağlı olarak oluşan grubun kendisine ait olduğunu kabul ettiği bazı gelenekler olmasıdır. Teorik olarak bir grup en az 2 kişiden oluşmalıdır. Genellikle de bir grup 2 kişiden fazla olmaktadır. Grubun bir üyesi grupta ki bütün üyeleri tanıyamaz ancak , gruba ait olan gelenekleri bilebilmektedir.
Dundes'e göre , bir grup bir millet büyüklüğünde olabileceği gibi bir aile küçüklüğünde de olabilir.
Marksist halkbilimciler halk kavramının hem köylü hem de içşi sınıfının , her ikisini de kaplaması gerektiğini savunurlar. Bu da halkın hem şehir hemde şehir dışında bulunması demektir. Halkbilimi araştırıcıları tarafından şu ana kadar incelenen en küçük halk grubu ailedir.
Kısmende olsa halkbilimi cehaletle ilişkilendirilmiş , yanlış bir şekilde okur - yazar oranı arttıkça , halk bilgisinin azalacağı farzedilmiştir . Esas olan ise halk taşrada olabileceği gibi şehirdede olabilir. Bir başka konu ise teknolojinin gelişmesiyle birlikte halk bilgisinin azalacağı ve zamanla yok olacağı endişesidir. Ancak teknoloji halk bilgisini yok etmek bir tarafa dursun ,yaygınlaşmasında da çok önemli rol oynar.
Rasyonalizm ve nasyonalizm etkisiyle , milli kimliğin varlığını tespit etme gerekliliğini hisseden fertler arasında oldukça meraklı bir grup oluşmuştur. Avrupa ve ABD'de 19. yüzyıl sonlarına doğru Mili Folklor Kurumları kurulmuştur.
Halk aşağı tabakayı oluşturan , genel nüfus içersinde toplumun seçkin tabakasına tezat olan bayağı ve , kaba bir insan topluluğu olarak düşünülmüştür. Halk bir taraftan medeniyetle tezat olarak ele alınırken , diğer taraftan da gelişme basamaklarından daha aşağıda kabul edilen bir grup arasına yer alırdı. Yani medeni ile gelişme basamakları arasındadır. Halk diğer bir taraftan köylü kavramıyla bir tututlmuştur.
Okur yazar toplumda halk cahil kısım olarak düşünülmüştür. Halk vahşilerden daha medeni olmakla beraber , medeniyeti tam anlamıyla kavrayamamıştır. Bununla birlikte vahşilik döneminden kalma kalıntılar halk tarafından hala muhafaza edilmektedir.
S.Boggs ise halk teriminin başlangıçta tamamen Avrupa köylüleri için kullanıldığını , daha sonra ise kullanım alanının genişleyip , ilkel toplumları da içine alan bir kavram haline geldiğini savunur. Halk tarifinin köylü anlamında kullanışının devamında sadece ilkel toplumlar değil , aynı zamanda şehir toplumu da dışarda bırakılmıştır.
Foster ; endüstrileşme ile birlikte halk kültürünün yok olacağını bu yüzden Kanada, ABD , Almanya ve İngiltere gibi ülkelerin, endüstrileşmenin zirve yaptığı dönemlerde , bu ülkelerde halk kültürünün varlığından söz etmek mümkün olmayacaktır der.
Halk terimi ; en azından ortak bir faktörü paylaşan, herhangi bir grubu ifade eder . Bu grubu birbirine bağlayan faktörün , ortak bir meslek , dil ve ya din olduğu önemli değildir. Bundan daha önemlisi , herhangi bir sebebe bağlı olarak oluşan grubun kendisine ait olduğunu kabul ettiği bazı gelenekler olmasıdır. Teorik olarak bir grup en az 2 kişiden oluşmalıdır. Genellikle de bir grup 2 kişiden fazla olmaktadır. Grubun bir üyesi grupta ki bütün üyeleri tanıyamaz ancak , gruba ait olan gelenekleri bilebilmektedir.
Dundes'e göre , bir grup bir millet büyüklüğünde olabileceği gibi bir aile küçüklüğünde de olabilir.
Marksist halkbilimciler halk kavramının hem köylü hem de içşi sınıfının , her ikisini de kaplaması gerektiğini savunurlar. Bu da halkın hem şehir hemde şehir dışında bulunması demektir. Halkbilimi araştırıcıları tarafından şu ana kadar incelenen en küçük halk grubu ailedir.
Kısmende olsa halkbilimi cehaletle ilişkilendirilmiş , yanlış bir şekilde okur - yazar oranı arttıkça , halk bilgisinin azalacağı farzedilmiştir . Esas olan ise halk taşrada olabileceği gibi şehirdede olabilir. Bir başka konu ise teknolojinin gelişmesiyle birlikte halk bilgisinin azalacağı ve zamanla yok olacağı endişesidir. Ancak teknoloji halk bilgisini yok etmek bir tarafa dursun ,yaygınlaşmasında da çok önemli rol oynar.
13 Kasım 2013 Çarşamba
Masal Dindışı bir Tür mü
Mit aracılığıyla insan, dünya ve insanın yaratılışı, evren ve tabiatın kurallarıyla
ilgili önemli sorulara cevap verebilmektedir. Ancak, mitlerle ilişkisi bulunan masal,
çoğunlukla “din dışı” olarak kabul edilmiştir. Bu tezde, dinsel boyuttan yoksun bir tür
olarak nitelendirilen masalın, dinle bağlantısı olup olmadığı sorgulanacaktır. Pertev
Naili Boratav’a göre “[m]asal, nesirle söylenmiş, dinlik ve büyülük inanışlardan ve
törelerden bağımsız, tamamiyle hayâl ürünü, gerçekle ilgisiz, ve anlattıklarına
inandırmak iddiası olmayan kısa bir anlatı[dır]” (100 Soruda Türk Halk Edebiyatı 80).
Boratav’ın yaptığı tanım, “masalı masal yapan” (Ewig 3) şeyi araştıran Max
Lüthi’nin sözleriyle tamamlanabilir. Lüthi, “Halk Masallarında Yüzeysellik” adlı
makalesinde, halk masallarının yalnızca olağanüstü dünyayı günlük dünyadan ayıran
derinlik duygusundan değil, her anlamda bir derinlik boyutundan yoksun olduğunu
söylemektedir (81). Lüthi’ye göre masal kahramanları da “esası, [...] iç dünyası ve
çevreleri olmayan şahsiyetlerdir; geçmiş ve gelecekle herhangi ilişkileri yoktur” (81).
Buna ek olarak Lüthi bir başka makalesinde de, masalda, ilahi güce duyulan hassasiyetin
eksikliğinden söz etmektedir (“Masalın; Efsane....” 66).
Bu iki g.rüş araştırmacıyı, masalın herhangi bir “dinî inanış”tan ya da “dinî
derinlik”ten tamamen yoksun olduğu sonucuna g.türebilir. Ancak, kendi dönemleri
içinde değerlendirildiğinde haklı sayılabilecek bu g.rüşler, masalın modern yöntemlerle
ve farklı bakış açılarıyla incelendiği günümüzde, tekrar gözden geçirilmelidir. Masal
kahramanlarının Lüthi’nin iddia ettiği gibi “geçmişle ilişkisi olmayan yüzeysel
karakterler” olarak değerlendirilmesi mümkündür. Ne var ki, masalı yaratan kültürün
masalı, kendi “geçmişiyle ilişkilendirerek” kurguladığı göz .nünde alındığında,
Lüthi’nin iddiası üzerinde tekrar düşünmek uygun olacaktır. Bu noktada masalın,
kahramanların kendi geçmişiyle olan ilişkilerini değilse bile, masalı üreten kültürün
geçmişiyle ilişkili olduğu söylenebilir.
Diğer bir araştırmacı Mircea Eliade, Mitlerin Özellikleri adlı kitabında, masalın
mitsel ve tanrısal evrenden uzaklaştığı düşüncesinde olan, Jan de Vries’nin g.rüşlerini
eleştirmektedir (242). Eliade, Vries’nin söz konusu düşüncelerini eleştirir:
[M]asalın, mitsel dünyanın bir “kutsallıktan uzaklaşması”nı belirtmesi
her zaman doğru olmayabilir. Daha çok mitsel motifler ve kişilerin
kamufle edilmesinden söz edilmelidir; “kutsallıktan uzaklaşma” yerine
“kutsallığın azalması” demek daha yerinde olacaktır. [....] Ayrıca,
masallarda, tanrılar kendi adlarıyla işin içine karışmazlarsa da,
g.rünümleri, kahramanın koruyucularının, düşmanlarının ve
arkadaşlarının figürlerinde hâlâ belirmektedir. Kamufle edilmişlerdir ya
da, daha iyisi, ‘düşmüşlerdir’ – ama ana görevlerini yapmayı sürdürürler.
GELENEKSEL TÜRK DİNİNDEN ANADOLU’YA TAŞINANLAR
1. Geleneksel Türk Dini Gök tanrı dini, tengriyanizm, tenircilik adları ile de anılan geleneksel Türk dini, Türklerin Gök Tanrı temelinde, yazılı bir kaynağa dayanmaksızın, kendi iç kültürel dinamiklerinden doğan ve kuşaklar boyu aktarılarak günümüze kadar ulaşan, gelenek ve göreneklerle şekillenmiş inanç ve pratikler bütünüdür. Geleneksel Türk Dininin temel unsurlarını dikkate aldığımızda bunların;
a. Gök Tanrı
b. Yer-su
c. Atalar kültü
ç. Evrenin yaratılışı
d. Dünyanın sonu
e. İbadetler olduğunu görürüz. Bunlar üzerinde kısaca durmak gerekmektedir: Türkler tanrıyı Tanrı, Tengeri, Tangara, Tanara, Teri, Tenir, Kuday, Çalap vs. gibi çeşitli adlarla anmışlardır. Fakat bütün Türkler şu veya bu şekilde Tanrı adını kullanmış ve kullanmaktadırlar. Her ne kadar kitabelerde o, millî bir tanrı gibi gözükse de aslında o, evrensel bir tanrıdır. Türk tanrısı Deus Otiosus bir karakter taşımakta, insanların işlerine müdahalede bulunmamaktadır. O, antropomorfi k bir özelliğe sahip olmadığı gibi, Türk tanrı anlayışında hierogamie de yoktur. Yer-sular tabiat güçleri, yaşadığımız ülke, dağ, orman, su, yer, hepsi vatanımız ve bunların kutsallığı, Iduk oluşu. Iduk yerler korunmaya alınmış, oralarda yetişen ağaç ve ormanlar kutsallıkları nedeni ile kesilip koparılmamıştır. Atalar kültü: Patriarkal aile tipinin egemen olduğu toplumlarda karşımıza çıkan bu kült, Türkler için de söz konusudur. Bu inanç sisteminde, topluma önderlik eden kişiler kutsal sayılmaktadır. Türbe, kümbet, yatır, evliya ve erenler gibi ziyaret yerleri bu inanışla ilgilidir. Bir de ölüler kültü vardır ki, bu da kendi ölülerimiz, atamız ana-babalarımızın ruhunun kutsanmasıdır. Bayram ve arife günleri yaptığımız mezar ziyaretleri ölüler kültünün bir göstergesidir. Türklerde dinî düşünce üzerine temellendirilmiş olan evren anlayışı; tanrı inancı, yer-su ve atalar kültü ile birlikte üniversalizm ya da üniversizm olarak adlandırılmıştır. Kitabelerdeki ifade esas alındığında burada bir dikotomiden de söz etmek mümkündür. Ancak Türklerdeki bu üniversalist kozmoloji anlayışı belli bir dönemden sonra üç tabakalı bir tasavvura dönüşmüştür. Eski Türkler kıyamet meselesine daha az ilgi duymuşlardır. Kitabelerde dünyanın sonu ile ilgili net bilgiler mevcut değildir. Öyle gözüküyor ki, kıyamet anlayışı Budizm, Hristiyanlık ve İslamiyet etkisi ile oluşmuştur. Rus araştırmacılar da bu inanışın bir senkretizm olduğu kanaatindedirler. Altaylılar kıyamet gününe “Kalgançı çak”, diğer Türk toplulukları ise “Uluğ kün” adını vermişlerdir. Tarihî kaynaklar Hunlar’ın her yıl mevsim değişiklikleri ile birlikte bir bayram kutladıklarından, Çin kaynakları da Göktürkler’de “Fu-yun-se” adı verilen ibadethanelerin varlığından söz etmektedirler. Burada ayrıca Türk çadırının da Türklerde ibadet mekânı olduğunu söylemek gerekmektedir. Geleneksel Türk dininde sistemli olarak yapılan ferdi ibadetler bulunmasa da yine de duaların ferdi yapıldığını ifade etmek gerekir. İbadet türü açısından baktığımızda ise, geleneksel Türk dininde “saçı” ile “yalama” adı altında ağaçlara bağlanan çaputlardan söz etmek gerekir. Birer kansız kurban olan bu saçılar -sadakalar- Anadolu Türkçesinde yer alan “darısı başınıza” temennisi ile günümüze kadar ulaşmıştır. Türklerde en eski ve köklü ibadet kanlı hayvan kurbanıdır. Kurban için kullanılan “kergek, kereh, kudayı, Allahlık, itık, ıyık, yağış, tapığ…” kelimeleri kanlı kurban ibadetinin önem ve yaygınlığını göstermektedir.
2. Şamanizm
Üzerinde duracağımız ikinci kavram ise Şamanizm’dir. İçerisinde animizm, totemizm, fetişizm ve büyü ile ilgili birçok unsuru barından Şamanizm’le ilgili çeşitli tanımlar yapılmış ve hâlen yapılmaya devam edilmektedir. Romen dinler tarihçisi Mircea Eliade’e göre Şamanizm en eski vecd tekniklerinden birisi, hatta ilkidir.1 Bunu çok özel anlamda bir din olarak nitelemek mümkün değildir. Şamanizm, en orijinal şekli ile Kuzey Asya ve Arktik toplumlarda yaşamaktadır. Yine Eliade’ın tespitine göre Orta Asya Şamanizmi komşu birçok kültürün etkisi altında kalmış olmasına rağmen temel yapısını hiçbir şekilde kaybetmemiştir. Konu ile ilgili ikinci tanım ise Fransız antropolog Roberte Hamayon’a aittir. Ona göre Şamanizm Yontma Taş devrinde ortaya çıkmış bir harekettir ve esası av ile avcı arasındaki ruhsal ilişkiyi sağlamaktan ibarettir. Ancak Şamanizm Cilalı Taş çağında pastoral ekonomik düzenden tarım toplumuna geçişte bir mutasyona uğramış, daha önceki dönemde hayvan ruhları ile ilişki esasına dayalı olan Şamanizm, insan ruhları ile ilişki esasına dayanmış bunun neticesinde de atalar kültü vs. inanışlar ortaya çıkmıştır.2 P. Garrone başta olmak üzere birçok araştırmacı Türk-Moğol Şamanizmi’nin Arap-Fars Müslümanlığı ile kesiştiği bölgede ortaya çıkmış ve İslamize edilmiş Şamanizm=Baskılık olarak niteledikleri Orta Asya Türk Şamanizmi üzerinde de durmaktadırlar.3 Dünyada tek tür Şamanizm’den bahsetmenin mümkün olmadığını anlatan Hamayon, birçok din ve kültürde var olan kendinden geçme tekniği ile Şamanizm’in tanımlanamayacağını anlatmakta ve Şamanizm’in temelini en basit bir biçimde “Al gülüm, ver gülüm” prensibinin oluşturduğunu ifade etmektedir. Üzerinde duracağımız üçüncü tanım ise eski Sovyet etnolog ve antropologlarının yaptığı tanımdır. Bunlar daha çok Şamansız bir Şamanizm’in varlığını devam ettirdiği Sovyetler Birliği’nde Şamanizm’e bir din olup olmaması açısından yaklaşmışlardır. Yakut etnolog G. V. Ksenofontov’a göre Şamanizm bir dindir. Hatta o, Hristiyanlığın babaannesidir. L. P. Potapov, onu, “Arkaik düalist bir dünya görüşüdür.” diye tanımlarken, S. Tokarev, Şamanizm’i bir din olarak kabul etmektedir. L. N. Gumilev ise onu, mistik ateizmin karmaşık bir sistemi olarak nitelemektedir. Zira Kuzey Asya toplumlarında kendilerine hürmet gösterilen Tanrılar değil ruhlardır. Söz konusu tanrılar bile olsa onlara tapınma söz konusu değildir. Altay ve Yakut inanışlarında varlıklarına şahit olduğumuz Bay Ülgen ve Arıı Toyon geleneksel Türk dininde yer alan Gök Tanrının kendisidir. Burada bir hususa dikkat çekmek istiyorum. O da Şamanizm’in bir din olup olmadığı meselesidir. Her iki iddiada bulunanlar da vardır. Bu, probleme hangi ölçütleri esas alarak ve nereden baktığınıza bağlıdır.
3. Türk Dünyası ve Anadolu’da Geleneksel Türk Dininin İzleri
Geleneksel Türk dini inanışlarının bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır. Bunları şöyle sıralamak mümkündür. Geleneksel Türk dini inanışları içerisinde en köklü ve günümüze ulaşanı kurban geleneğidir. Kanlı ve kansız olmak üzere ikiye ayrılan kurban ibadeti, hangi dine mensup olursa olsun bütün Türk toplulukları tarafından yerine getirilmektedir. Önceleri ruhlar için kesilen/yapılan bu kurbanlar, günümüzde şükran ve kefaret kurbanlarına dönüşmüştür. Tanrı r ızası için bu kurbanların etleri komşulara dağıtılmakta ya da kurban sahibi tarafından pişirilerek evde, bahçede, kilise veya cami avlusunda insanlara ikram edilmektedir. Burada bilinmesi gereken hususlardan biri de kurban edilen hayvanın kemiklerinin kırılmamasıdır. Geleneksel Türk dini inanışlarından günümüze kadar ulaşan diğer bir uygulama ise, toplu hâlde yapılan mezar ziyaretleridir. Türkler ölülerini gömdükleri yerlere sin, kabir, kesene, mola, meşhed vb. adlar vermişlerse de en yaygın kullanıma sahip olan mezar ve mezarlık kelimesidir. Ziyaret edilen yer anlamına gelen mezar ve mezarlıklar bütün Türk dünyasında arife ya da dinî bayram günleri halk tarafından topluca ziyaret edilmektedir. Bu durum bir yandan ölüler kültü ile ilişkili olduğu gibi, türbe, tekke, yatır, dede mezarları vs. ziyaretleri ise doğrudan Atalar kültü ile bağlantılıdır. Bütün Türk dünyasında ölüler güneş battıktan, hatta bazı yörelerde ikindi vaktinden sonra gömülmezler. Çünkü Türk toplulukları güneşin batımı ile birlikte yerlerin mühürlendiğine/kilitlendiğine inanmaktadırlar. A. M Sagalaev’in de belirttiği gibi eğer bu vakitten sonra yer kazılır ve orada bir delik açılırsa yeraltında yaşadıklarına inanılan kötü ruhlar yeryüzüne çıkarak insanlara her türlü kötülüğü yapabilirler.4 Ayrıca bu inanışa bağlı olarak aile ile birinci dereceden kan bağı olanlar dışında, güneş battıktan sonra evden tencere, tuz, makas, iğne vb. dâhil olmak üzere hiçbir eşya komşulara verilmez ve onlardan da istenmez. Yoğ- Yuğ törenleri, Türk toplulukları açısından önemli törenlerdir. Ölünün arkasından ağıt yakmak / söylemekle başlanılan yuğ-yoğ törenleri günümüzde ölümü müteakip verilen “ölü aşı, can aşı, kazma takırtısı, can pidesi vb.” isimli yemekle devam etmektedir. Özellikle Orta Asya Türk topluluklarında ölünün ruhunu teskin ve onun kötülüklerinden korunmak amacı ile verilen bu yemek, Anadolu’da mahiyet değiştirerek ölüye sevap olsun inancı ile verilmeye devam etmektedir. Örneğin ölmüş olan yakınlarını rüyasında gören kimse, sabah kalktığında onun için mutlaka bir sadaka verir, iyilikte bulunur, hayır yapar. Hatta bu durum o kadar yaygın bir hâl almıştır ki, hiçbir neden yokken sabah size çay ısmarlayan birine ilk söylenen söz “Dedeni rüyanda mı gördün?” dür. Ölü ile ilgili diğer bir inanış ise, mezar yapılarıdır. Türk topluluklarının ana kültüründe ölüyü gizleme inancı yer almaktadır. İşte bu inanış sebebiyle dinleri ne olursa olsun bütün Türk toplulukları sapıtmalı/ saptırmalı mezarlar yaparlar. Bu tür mezarlarda ölü toprağın yığıldığı yerin altında değil, mezarlara yapılan bir cebin içerisine konulur.. Günümüzde bu tür mezar yapıları şehirlerden daha çok kırsal alanlarda kendini göstermektedir. Bütün Türk toplulukları, mezarların baş ve ayakuçlarına şahide adı verilen birer adet taş ya da ağaç dikmektedirler. Taşnine geleneğinin bir devamı olarak kabul edilen bu taş ve ağaçlardan ölünün baş tarafındaki ölenin kendini; dinî, sosyal ve millî kimliğini, ayakucundaki ise ölenin ailesini temsil etmektedir. Ancak ruhlarla ilgili tasavvur ve düşüncelerin değişmesi mezar taşlarının yapılarında da kendini göstermektedir. Geleneksel Türk dini inanışlarından günümüze intikal eden ve bütün canlılığı ile varlığını devam ettiren diğer bir inanış ise, Ateş ve Ocak inanışıdır. Türklerde ateş, Gumilev’in de ifade ettiği gibi, tapınma objesi değil, temizleme vasıtasıdır ve bu niteliği ile Zerdüşti ateşten ayrılır. Ateş ve ateşe bağlı olarak yapılan tütsüleme; evi, iş yerini, çarşıyı, pazarı vb.ni kötü ruhlardan korur. Ateşin yakıldığı ocak da kutsaldır ve su dökülerek söndürülmez. Geleneksel Türk dini inanışları içerisinde ruhlara inanış da büyük bir yer tutar. Bu ruhlar içerisinde en yaygın ve günümüze ulaşanı, “al kızı, al gelini, al karası, al basması vb.” adlarla anılan “al” ruhudur. Özellikle lohusa kadınlara kötülük yapan ve onların ölümüne neden olan al ruhu çeşitli biçimlerde tasavvur edilmekte olup, bununla ilgili inanış bütün Türk dünyasında mevcudiyetini devam ettirmektedir. Bunun dışında Anadolu’ya intikal eden başka bir ruh tasavvuru yoktur. Bu konu ile ilgili olarak, Orta Asya Türk toplulukları, Kazak, Kırgız, Altay vb.de çocukların koruyucusu olarak kabul edilen ve günümüzde bu topluluklarda bütün canlılığı ile varlığını sürdüren umay, ene/ ana inanışı Anadolu’ya intikal etmemiştir. İsimlendirilemeyen ruhlar ise, İslam’ın etkisi ile Cin ve Peri şekline dönüşerek yaygınlaşmıştır. Anadolu’ya nispetle Orta Asya Kazak, Kırgız, Özbek, Çuvaş vb. topluluklarda Ruh= Ervah inanışı oldukça güçlü bir biçimde varlığını hissettirmektedir.5 Geleneksel Türk inanışları içinde yaygın olan bir diğeri ise ağaçlara çaput ve bez bağlama inanışıdır. Bir tür kansız kurban olarak da adlandırabileceğimiz bu inançta, insanlar çeşitli dilek ve isteklerinin yerine gelmesi amacı ile söz konusu bez ve çaputları kendi kutsal bildikleri ağaçlara bağlamaktadırlar. Burada ağaçlara bağlanılan bezler onu bağlayan kişinin vücudunun bir parçasını sembolize etmektedir. Yoksa onlar basit bir bez parçası değildir. Burada önemle üzerinde durulması ve belirtilmesi gereken bir konu da Yakut, Tuva Altay Şamanlarının gösterdiği kerametlerle, Müslüman Türklerce Evliya, Eren, Dede olduklarına inanılan kimselerin gösterdikleri kerametlerin aynı oluşudur. Örneğin, dona girme=biçim değiştirme, gizli şeyleri bilme, su üzerinde yürüyerek karşıdan karşıya geçme vs. Bu konuda Ksenofontov’un Şamanizm adlı eserinde oldukça fazla hikâye mevcuttur. İşte onlardan bir örnek: Bir erkek şamanla bir kadın şaman kamlık etmeye başladılar.
a. Gök Tanrı
b. Yer-su
c. Atalar kültü
ç. Evrenin yaratılışı
d. Dünyanın sonu
e. İbadetler olduğunu görürüz. Bunlar üzerinde kısaca durmak gerekmektedir: Türkler tanrıyı Tanrı, Tengeri, Tangara, Tanara, Teri, Tenir, Kuday, Çalap vs. gibi çeşitli adlarla anmışlardır. Fakat bütün Türkler şu veya bu şekilde Tanrı adını kullanmış ve kullanmaktadırlar. Her ne kadar kitabelerde o, millî bir tanrı gibi gözükse de aslında o, evrensel bir tanrıdır. Türk tanrısı Deus Otiosus bir karakter taşımakta, insanların işlerine müdahalede bulunmamaktadır. O, antropomorfi k bir özelliğe sahip olmadığı gibi, Türk tanrı anlayışında hierogamie de yoktur. Yer-sular tabiat güçleri, yaşadığımız ülke, dağ, orman, su, yer, hepsi vatanımız ve bunların kutsallığı, Iduk oluşu. Iduk yerler korunmaya alınmış, oralarda yetişen ağaç ve ormanlar kutsallıkları nedeni ile kesilip koparılmamıştır. Atalar kültü: Patriarkal aile tipinin egemen olduğu toplumlarda karşımıza çıkan bu kült, Türkler için de söz konusudur. Bu inanç sisteminde, topluma önderlik eden kişiler kutsal sayılmaktadır. Türbe, kümbet, yatır, evliya ve erenler gibi ziyaret yerleri bu inanışla ilgilidir. Bir de ölüler kültü vardır ki, bu da kendi ölülerimiz, atamız ana-babalarımızın ruhunun kutsanmasıdır. Bayram ve arife günleri yaptığımız mezar ziyaretleri ölüler kültünün bir göstergesidir. Türklerde dinî düşünce üzerine temellendirilmiş olan evren anlayışı; tanrı inancı, yer-su ve atalar kültü ile birlikte üniversalizm ya da üniversizm olarak adlandırılmıştır. Kitabelerdeki ifade esas alındığında burada bir dikotomiden de söz etmek mümkündür. Ancak Türklerdeki bu üniversalist kozmoloji anlayışı belli bir dönemden sonra üç tabakalı bir tasavvura dönüşmüştür. Eski Türkler kıyamet meselesine daha az ilgi duymuşlardır. Kitabelerde dünyanın sonu ile ilgili net bilgiler mevcut değildir. Öyle gözüküyor ki, kıyamet anlayışı Budizm, Hristiyanlık ve İslamiyet etkisi ile oluşmuştur. Rus araştırmacılar da bu inanışın bir senkretizm olduğu kanaatindedirler. Altaylılar kıyamet gününe “Kalgançı çak”, diğer Türk toplulukları ise “Uluğ kün” adını vermişlerdir. Tarihî kaynaklar Hunlar’ın her yıl mevsim değişiklikleri ile birlikte bir bayram kutladıklarından, Çin kaynakları da Göktürkler’de “Fu-yun-se” adı verilen ibadethanelerin varlığından söz etmektedirler. Burada ayrıca Türk çadırının da Türklerde ibadet mekânı olduğunu söylemek gerekmektedir. Geleneksel Türk dininde sistemli olarak yapılan ferdi ibadetler bulunmasa da yine de duaların ferdi yapıldığını ifade etmek gerekir. İbadet türü açısından baktığımızda ise, geleneksel Türk dininde “saçı” ile “yalama” adı altında ağaçlara bağlanan çaputlardan söz etmek gerekir. Birer kansız kurban olan bu saçılar -sadakalar- Anadolu Türkçesinde yer alan “darısı başınıza” temennisi ile günümüze kadar ulaşmıştır. Türklerde en eski ve köklü ibadet kanlı hayvan kurbanıdır. Kurban için kullanılan “kergek, kereh, kudayı, Allahlık, itık, ıyık, yağış, tapığ…” kelimeleri kanlı kurban ibadetinin önem ve yaygınlığını göstermektedir.
2. Şamanizm
Üzerinde duracağımız ikinci kavram ise Şamanizm’dir. İçerisinde animizm, totemizm, fetişizm ve büyü ile ilgili birçok unsuru barından Şamanizm’le ilgili çeşitli tanımlar yapılmış ve hâlen yapılmaya devam edilmektedir. Romen dinler tarihçisi Mircea Eliade’e göre Şamanizm en eski vecd tekniklerinden birisi, hatta ilkidir.1 Bunu çok özel anlamda bir din olarak nitelemek mümkün değildir. Şamanizm, en orijinal şekli ile Kuzey Asya ve Arktik toplumlarda yaşamaktadır. Yine Eliade’ın tespitine göre Orta Asya Şamanizmi komşu birçok kültürün etkisi altında kalmış olmasına rağmen temel yapısını hiçbir şekilde kaybetmemiştir. Konu ile ilgili ikinci tanım ise Fransız antropolog Roberte Hamayon’a aittir. Ona göre Şamanizm Yontma Taş devrinde ortaya çıkmış bir harekettir ve esası av ile avcı arasındaki ruhsal ilişkiyi sağlamaktan ibarettir. Ancak Şamanizm Cilalı Taş çağında pastoral ekonomik düzenden tarım toplumuna geçişte bir mutasyona uğramış, daha önceki dönemde hayvan ruhları ile ilişki esasına dayalı olan Şamanizm, insan ruhları ile ilişki esasına dayanmış bunun neticesinde de atalar kültü vs. inanışlar ortaya çıkmıştır.2 P. Garrone başta olmak üzere birçok araştırmacı Türk-Moğol Şamanizmi’nin Arap-Fars Müslümanlığı ile kesiştiği bölgede ortaya çıkmış ve İslamize edilmiş Şamanizm=Baskılık olarak niteledikleri Orta Asya Türk Şamanizmi üzerinde de durmaktadırlar.3 Dünyada tek tür Şamanizm’den bahsetmenin mümkün olmadığını anlatan Hamayon, birçok din ve kültürde var olan kendinden geçme tekniği ile Şamanizm’in tanımlanamayacağını anlatmakta ve Şamanizm’in temelini en basit bir biçimde “Al gülüm, ver gülüm” prensibinin oluşturduğunu ifade etmektedir. Üzerinde duracağımız üçüncü tanım ise eski Sovyet etnolog ve antropologlarının yaptığı tanımdır. Bunlar daha çok Şamansız bir Şamanizm’in varlığını devam ettirdiği Sovyetler Birliği’nde Şamanizm’e bir din olup olmaması açısından yaklaşmışlardır. Yakut etnolog G. V. Ksenofontov’a göre Şamanizm bir dindir. Hatta o, Hristiyanlığın babaannesidir. L. P. Potapov, onu, “Arkaik düalist bir dünya görüşüdür.” diye tanımlarken, S. Tokarev, Şamanizm’i bir din olarak kabul etmektedir. L. N. Gumilev ise onu, mistik ateizmin karmaşık bir sistemi olarak nitelemektedir. Zira Kuzey Asya toplumlarında kendilerine hürmet gösterilen Tanrılar değil ruhlardır. Söz konusu tanrılar bile olsa onlara tapınma söz konusu değildir. Altay ve Yakut inanışlarında varlıklarına şahit olduğumuz Bay Ülgen ve Arıı Toyon geleneksel Türk dininde yer alan Gök Tanrının kendisidir. Burada bir hususa dikkat çekmek istiyorum. O da Şamanizm’in bir din olup olmadığı meselesidir. Her iki iddiada bulunanlar da vardır. Bu, probleme hangi ölçütleri esas alarak ve nereden baktığınıza bağlıdır.
3. Türk Dünyası ve Anadolu’da Geleneksel Türk Dininin İzleri
Geleneksel Türk dini inanışlarının bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır. Bunları şöyle sıralamak mümkündür. Geleneksel Türk dini inanışları içerisinde en köklü ve günümüze ulaşanı kurban geleneğidir. Kanlı ve kansız olmak üzere ikiye ayrılan kurban ibadeti, hangi dine mensup olursa olsun bütün Türk toplulukları tarafından yerine getirilmektedir. Önceleri ruhlar için kesilen/yapılan bu kurbanlar, günümüzde şükran ve kefaret kurbanlarına dönüşmüştür. Tanrı r ızası için bu kurbanların etleri komşulara dağıtılmakta ya da kurban sahibi tarafından pişirilerek evde, bahçede, kilise veya cami avlusunda insanlara ikram edilmektedir. Burada bilinmesi gereken hususlardan biri de kurban edilen hayvanın kemiklerinin kırılmamasıdır. Geleneksel Türk dini inanışlarından günümüze kadar ulaşan diğer bir uygulama ise, toplu hâlde yapılan mezar ziyaretleridir. Türkler ölülerini gömdükleri yerlere sin, kabir, kesene, mola, meşhed vb. adlar vermişlerse de en yaygın kullanıma sahip olan mezar ve mezarlık kelimesidir. Ziyaret edilen yer anlamına gelen mezar ve mezarlıklar bütün Türk dünyasında arife ya da dinî bayram günleri halk tarafından topluca ziyaret edilmektedir. Bu durum bir yandan ölüler kültü ile ilişkili olduğu gibi, türbe, tekke, yatır, dede mezarları vs. ziyaretleri ise doğrudan Atalar kültü ile bağlantılıdır. Bütün Türk dünyasında ölüler güneş battıktan, hatta bazı yörelerde ikindi vaktinden sonra gömülmezler. Çünkü Türk toplulukları güneşin batımı ile birlikte yerlerin mühürlendiğine/kilitlendiğine inanmaktadırlar. A. M Sagalaev’in de belirttiği gibi eğer bu vakitten sonra yer kazılır ve orada bir delik açılırsa yeraltında yaşadıklarına inanılan kötü ruhlar yeryüzüne çıkarak insanlara her türlü kötülüğü yapabilirler.4 Ayrıca bu inanışa bağlı olarak aile ile birinci dereceden kan bağı olanlar dışında, güneş battıktan sonra evden tencere, tuz, makas, iğne vb. dâhil olmak üzere hiçbir eşya komşulara verilmez ve onlardan da istenmez. Yoğ- Yuğ törenleri, Türk toplulukları açısından önemli törenlerdir. Ölünün arkasından ağıt yakmak / söylemekle başlanılan yuğ-yoğ törenleri günümüzde ölümü müteakip verilen “ölü aşı, can aşı, kazma takırtısı, can pidesi vb.” isimli yemekle devam etmektedir. Özellikle Orta Asya Türk topluluklarında ölünün ruhunu teskin ve onun kötülüklerinden korunmak amacı ile verilen bu yemek, Anadolu’da mahiyet değiştirerek ölüye sevap olsun inancı ile verilmeye devam etmektedir. Örneğin ölmüş olan yakınlarını rüyasında gören kimse, sabah kalktığında onun için mutlaka bir sadaka verir, iyilikte bulunur, hayır yapar. Hatta bu durum o kadar yaygın bir hâl almıştır ki, hiçbir neden yokken sabah size çay ısmarlayan birine ilk söylenen söz “Dedeni rüyanda mı gördün?” dür. Ölü ile ilgili diğer bir inanış ise, mezar yapılarıdır. Türk topluluklarının ana kültüründe ölüyü gizleme inancı yer almaktadır. İşte bu inanış sebebiyle dinleri ne olursa olsun bütün Türk toplulukları sapıtmalı/ saptırmalı mezarlar yaparlar. Bu tür mezarlarda ölü toprağın yığıldığı yerin altında değil, mezarlara yapılan bir cebin içerisine konulur.. Günümüzde bu tür mezar yapıları şehirlerden daha çok kırsal alanlarda kendini göstermektedir. Bütün Türk toplulukları, mezarların baş ve ayakuçlarına şahide adı verilen birer adet taş ya da ağaç dikmektedirler. Taşnine geleneğinin bir devamı olarak kabul edilen bu taş ve ağaçlardan ölünün baş tarafındaki ölenin kendini; dinî, sosyal ve millî kimliğini, ayakucundaki ise ölenin ailesini temsil etmektedir. Ancak ruhlarla ilgili tasavvur ve düşüncelerin değişmesi mezar taşlarının yapılarında da kendini göstermektedir. Geleneksel Türk dini inanışlarından günümüze intikal eden ve bütün canlılığı ile varlığını devam ettiren diğer bir inanış ise, Ateş ve Ocak inanışıdır. Türklerde ateş, Gumilev’in de ifade ettiği gibi, tapınma objesi değil, temizleme vasıtasıdır ve bu niteliği ile Zerdüşti ateşten ayrılır. Ateş ve ateşe bağlı olarak yapılan tütsüleme; evi, iş yerini, çarşıyı, pazarı vb.ni kötü ruhlardan korur. Ateşin yakıldığı ocak da kutsaldır ve su dökülerek söndürülmez. Geleneksel Türk dini inanışları içerisinde ruhlara inanış da büyük bir yer tutar. Bu ruhlar içerisinde en yaygın ve günümüze ulaşanı, “al kızı, al gelini, al karası, al basması vb.” adlarla anılan “al” ruhudur. Özellikle lohusa kadınlara kötülük yapan ve onların ölümüne neden olan al ruhu çeşitli biçimlerde tasavvur edilmekte olup, bununla ilgili inanış bütün Türk dünyasında mevcudiyetini devam ettirmektedir. Bunun dışında Anadolu’ya intikal eden başka bir ruh tasavvuru yoktur. Bu konu ile ilgili olarak, Orta Asya Türk toplulukları, Kazak, Kırgız, Altay vb.de çocukların koruyucusu olarak kabul edilen ve günümüzde bu topluluklarda bütün canlılığı ile varlığını sürdüren umay, ene/ ana inanışı Anadolu’ya intikal etmemiştir. İsimlendirilemeyen ruhlar ise, İslam’ın etkisi ile Cin ve Peri şekline dönüşerek yaygınlaşmıştır. Anadolu’ya nispetle Orta Asya Kazak, Kırgız, Özbek, Çuvaş vb. topluluklarda Ruh= Ervah inanışı oldukça güçlü bir biçimde varlığını hissettirmektedir.5 Geleneksel Türk inanışları içinde yaygın olan bir diğeri ise ağaçlara çaput ve bez bağlama inanışıdır. Bir tür kansız kurban olarak da adlandırabileceğimiz bu inançta, insanlar çeşitli dilek ve isteklerinin yerine gelmesi amacı ile söz konusu bez ve çaputları kendi kutsal bildikleri ağaçlara bağlamaktadırlar. Burada ağaçlara bağlanılan bezler onu bağlayan kişinin vücudunun bir parçasını sembolize etmektedir. Yoksa onlar basit bir bez parçası değildir. Burada önemle üzerinde durulması ve belirtilmesi gereken bir konu da Yakut, Tuva Altay Şamanlarının gösterdiği kerametlerle, Müslüman Türklerce Evliya, Eren, Dede olduklarına inanılan kimselerin gösterdikleri kerametlerin aynı oluşudur. Örneğin, dona girme=biçim değiştirme, gizli şeyleri bilme, su üzerinde yürüyerek karşıdan karşıya geçme vs. Bu konuda Ksenofontov’un Şamanizm adlı eserinde oldukça fazla hikâye mevcuttur. İşte onlardan bir örnek: Bir erkek şamanla bir kadın şaman kamlık etmeye başladılar.
edilen bu taş ve ağaçlardan ölünün baş tarafındaki ölenin kendini; dinî, sosyal ve millî kimliğini, ayakucundaki ise ölenin ailesini temsil etmektedir. Ancak ruhlarla ilgili tasavvur ve düşüncelerin değişmesi mezar taşlarının yapılarında da kendini göstermektedir. Geleneksel Türk dini inanışlarından günümüze intikal eden ve bütün canlılığı ile varlığını devam ettiren diğer bir inanış ise, Ateş ve Ocak inanışıdır. Türklerde ateş, Gumilev’in de ifade ettiği gibi, tapınma objesi değil, temizleme vasıtasıdır ve bu niteliği ile Zerdüşti ateşten ayrılır. Ateş ve ateşe bağlı olarak yapılan tütsüleme; evi, iş yerini, çarşıyı, pazarı vb.ni kötü ruhlardan korur. Ateşin yakıldığı ocak da kutsaldır ve su dökülerek söndürülmez. Geleneksel Türk dini inanışları içerisinde ruhlara inanış da büyük bir yer tutar. Bu ruhlar içerisinde en yaygın ve günümüze ulaşanı, “al kızı, al gelini, al karası, al basması vb.” adlarla anılan “al” ruhudur. Özellikle lohusa kadınlara kötülük yapan ve onların ölümüne neden olan al ruhu çeşitli biçimlerde tasavvur edilmekte olup, bununla ilgili inanış bütün Türk dünyasında mevcudiyetini devam ettirmektedir. Bunun dışında Anadolu’ya intikal eden başka bir ruh tasavvuru yoktur. Bu konu ile ilgili olarak, Orta Asya Türk toplulukları, Kazak, Kırgız, Altay vb.de çocukların koruyucusu olarak kabul edilen ve günümüzde bu topluluklarda bütün canlılığı ile varlığını sürdüren umay, ene/ ana inanışı Anadolu’ya intikal etmemiştir. İsimlendirilemeyen ruhlar ise, İslam’ın etkisi ile Cin ve Peri şekline dönüşerek yaygınlaşmıştır. Anadolu’ya nispetle Orta Asya Kazak, Kırgız, Özbek, Çuvaş vb. topluluklarda Ruh= Ervah inanışı oldukça güçlü bir biçimde varlığını hissettirmektedir.5 Geleneksel Türk inanışları içinde yaygın olan bir diğeri ise ağaçlara çaput ve bez bağlama inanışıdır. Bir tür kansız kurban olarak da adlandırabileceğimiz bu inançta, insanlar çeşitli dilek ve isteklerinin yerine gelmesi amacı ile söz konusu bez ve çaputları kendi kutsal bildikleri ağaçlara bağlamaktadırlar. Burada ağaçlara bağlanılan bezler onu bağlayan kişinin vücudunun bir parçasını sembolize etmektedir. Yoksa onlar basit bir bez parçası değildir. Burada önemle üzerinde durulması ve belirtilmesi gereken bir konu da Yakut, Tuva Altay Şamanlarının gösterdiği kerametlerle, Müslüman Türklerce Evliya, Eren, Dede olduklarına inanılan kimselerin gösterdikleri kerametlerin aynı oluşudur. Örneğin, dona girme=biçim değiştirme, gizli şeyleri bilme, su üzerinde yürüyerek karşıdan karşıya geçme vs. Bu konuda Ksenofontov’un Şamanizm adlı eserinde oldukça fazla hikâye mevcuttur. İşte onlardan bir örnek: Bir erkek şamanla bir kadın şaman kamlık etmeye başladılar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)