10 Kasım 2013 Pazar

SÖZLÜ KÜLTÜR

Yazısız bir kültür. Yazılı ve sözlü
kültür arasında yapılagelen standart
karşılaştırmaların çoğunda kusurlar
vardır, çünkü yazının işlevi yanlış aktarılmıştır.
Yazı, sözlü iletişimin yerine geçemez;
yalnızca, iletişim kurmanın başka
bir yoludur. Sadece bazı durumlarda,
yazı, sözlü iletişimin yerine geçer, fakat,
bu sırada da yeni yollar geliştirir. Yeni
elektronik medya için de aynısı geçerlidir;
yalnızca belirli durumlarda yazılı ve
sözlü kültürün yerine geçebilir ve tıpkı,
yazının, insan iletişiminin ana aracı olan
dilin sözlü kullanımına bağlı olması gibi,
elektronik medya da her zaman bunlara
bağımlıdır.
Sözlü, Yazılı ve Karışık Kültür
İncelemelerindeki Meseleler
Yazılı ve yazısız toplumları (ya da
kültürleri) birbirinden ayırmak ve yazıya
sahip olan toplumların yazılı ve
sözlü geleneklerinin ayırımını yapmak
oldukça önemli bir meseledir. Yazı sahibi
toplumlardaki sözlü iletişim yazısı
olmayan toplumlardaki sözlü iletişim
ile aynı değildir. İkincisinde, sözlü gelenek,
kültürel aktarımın bütün yükünü
taşımak zorundadır. Okur-yazar toplumlarda
ise, sözlü gelenek, kalıplaşmış
fiil biçimlerinden oluşan yazınsal eylem
bütünlüğünün bir parçası durumdadır.
Milman Parry ve Albert Lord tarafından
1930’ların Yugoslavya’sında Novi
Pazar’dan derlenen kafe şarkıları ve
Grimm Kardeşler tarafından 19. yüzyılda
Almanya’da derlenen Avrupa kıyılarının
“peri” hikâyeleri popüler kültürün
bir parçasını oluşturmaktaydı ve bu
kültür, şehir kaynaklı yüksek kültürün
okur-yazarlık temelli tezahürleri ile
bağlantılı olan basılmış öyküler ve diğer
eserler ile beslenmekteydi. Ve, popüler
kültürün bu sözlü tarafının -okuryazar
olmayan toplumların sözlü ürünleri ile
şeklen bağlı olsa da- hem içeriği hem
de işlevi kesinlikle ciddi değişikliklere
uğramıştır. Toplumun bakış açısına
göre, günümüzde sözlü kültürün işlevi,
hayatın değişik noktalarındaki çeşitli
sosyal gruplar tarafından farklı değerler
atfedilse de, yazılı olana göre ikinci plandadır.
Örneğin, okur-yazar kültürlerdeki
dinî uygulamalar, çoğunlukla kutsal
kitaplara dayanırlar ve okur-yazar din
adamları aracılığı ile yayılırlar, öyleyse,
sözlü kültürde aktarılan şey, “dinî” olandan
ziyade “büyülü” olandır; “öz”den ziyade
“dışta kalan”dır. Diğer bir deyişle,
sözlü geleneğin içeriği, toplumun görüş
ve yaşayış biçimlerinden farklı olma, aykırılaştırılma
eğilimindedir.
Sözlü ve yazılı kültür arasında yaptığımız
ayırıma ve yazısı olan toplumlardaki
sözlü ve yazılı gelenekler arasında
yaptığımız ayırıma ek olarak, kişiler
arasında, okur-yazar olan, okur-yazar
olmayan ve okur-yazar cahil arasındaki
ayırımı da yapmak zorundayız. Bazı
okur-yazar toplumlarda sadece konuşarak
iletişim kuran kişiler vardır. Bu alt
kültürler ve sözlü kültürler arasındaki
karşılaştırmalar büyük bir dikkatle yapılmalıdır.
Okuma-yazması olmayan bir
cahil (nonliterate) ile okuma-yazması
SÖZLÜ KÜLTÜR*
Yazan: Jack GOODY*
* Folklore, Cultural Performances, and Popular Entertainments, Ed. Richard Bauman, New York, Oxford:
Oxford University Press, 1992: 12-21.
128 http://www.millifolklor.com
Ç E V İ R İ L E R . . . T R A N S L A T I O N S . . . T R A D U C T I O N S
olan bir cahil (illeterate), birçok ortak
özellikleri olmasına rağmen, aynı kişiler
değillerdir.
Sözlü gelenek, oldukça müphem bir
kavramdır. Okur-yazar olmayan bir toplumda
sözlü gelenek, kuşaktan kuşağa
söz aracılığıyla aktarılan her şeyi – başka
bir deyişle kültürün tamamını - kapsar.
Okur-yazar toplumlarda, hem yazılı
hem de sözlü gelenekler parçalı olmak
zorundadır. Üstelik, halk hikâyeleri gibi
sözlü kültür öğeleri kaçınılmaz bir şekilde
yazıya geçirilirken, Indian Vedas örneğinde
olduğu gibi, yazılı geleneğin öğeleri
genellikle sözlü olarak aktarılırlar.
Bir şiirin okulda sözlü olarak öğreniliyor
olması onu sözlü üretimin bir parçası
yapmaz. Düzenleme noktasından bakıldığında,
yazılı eserlerin bile, yazılmadan
önce zihinde -sözlü olarak- bölüm bölüm
oluşturulduğu görülmektedir. Yani, arayüz
büyük önem taşımaya devam etmektedir.
Örneğin, İncil hikâyeleri, yazılı gelenekten
yoksun olan, fakat, bu geleneğe
sahip olanlarla irtibatı olan toplumlarda
veya gruplarda, ebeveyn ve çocuk arasındaki
sözlü iletişimin bir parçasıdır.
“Gelenek” kelimesi -geniş anlamıyla
nesiller arası iletişimde, doğrudan olduğu
kadar dolaylı olarak da- tek bir nesilde
de olsa sözde bir sürekliliğe işaret eder.
Daha sınırlı anlamıyla ise “gelenek”,
edebî geleneği ya da edebî geleneğin,
halk hikâyesi, efsane, türkü, bilmece ve
atasözü gibi sözlü taraflarını kapsayan
bir kavramdır. Bu sözlü taraflar, bazen,
yazılı olan anlamında kullanılan “literate”
kelimesi ile karışmamaları için,
kalıplaşmış sözlü biçimler olarak da adlandırılırlar.
Toplumların sözlü sanat biçimlerinde,
yazılı olanlar ve olmayanlar
arasında kesin çizgiler çizmek mümkün
değildir, fakat, roman gibi (ya da bir senfonideki
müzik gibi) belirli türler, kesinlikle
yazılı sanatın ürünüdür.
Farklılık gösteren sadece türler
değildir, fakat, bunların bazıları yazılı
veya sözlü olmalarına bağlı olarak özelliklerini
değiştirirler. Yazılı bir çalışma
zorunlu olarak bir metne sahiptir, fakat,
sözlü bir kompozisyon, herhangi bir zamanda
farklı kişiler tarafından değiştirilebilir.
Edebiyat eleştirisinde sıklıkla
bahsedilen birlik kavramı sözlü bir ürünü
incelerken oldukça yetersizdir. Bir
kişinin planlı bir durumda duyduğu bir
şeyin, o anda basit bir insan zihninden
çıkmış bir ürün olması ihtimali bir edebî
çalışma olması ihtimalinden oldukça düşüktür.
Tuvallerin altındaki şahsi imza,
freskleri hazırlama aşamasında duvarlara
sayısız eller yeniden ve yeniden dokunduklarında
oradan yok olur.
Burada, Romantizmin etkisiyle,
toplu bir üretim bütünlüğü olan türküler
ile şahsi bir üretim olan lirik şiiri karşılaştırma
hatasına düşen 19. yüzyıl araştırmacılarının
hatasına düşme tehlikesi
vardır. Tıpkı bu ikiliğin uygulandığı diğer
yerlerde olduğu gibi, yapılan karşılaştırma
hatalıdır. Burada ise, bütünü
oluşturma, temsil ve nakletme birbirine
karıştırılmaktadır. Sözlü toplumlarda,
kuzey Gana’daki Bagre of the LoDagaa
örneğinde olduğu gibi, uzun bir şiirin
temsili çalışmayı yeniden şekillendirir
ve gelecekteki uyarlamalar için yeni bir
model oluşmasını sağlar. Yaratma eylemi
bağlamında, bütünü oluşturma süreci,
ilişki ya da örnek yokluğunda yeniden
inşa etmesi imkânsız bir süreçtir. Fakat,
kural olarak, farklı kişiler tarafından
yapılan uyarlamalardan çok daha fazla
birbirine benzeyen temsilleri bir kişinin
nasıl yarattığını görmek mümkündür.
Kişiler katkılarda bulunurlar, bazıları
diğerlerinden daha yaratıcıdırlar, fakat,
sözlü aktarımın zaman karşısındaki doğal
yapısı yüzünden, bu kişilerin imza-
Millî Folklor, 2009, Y›l 21, Say› 83
http://www.millifolklor.com 129
Millî Folklor, 2009, Y›l 21, Say› 83
130 http://www.millifolklor.com
ları nadir olarak uzun süre yaşamaya
devam eder.
Bu yanlış mantık yürütmenin daha
ileri safhası çeşitliliğin farkındadır fakat,
bu çeşitliliği, ideal veya temeli oluşturan
bir versiyon olarak görür. Örneğin,
yapısalcı yaklaşımlardan etkilenmiş olarak,
Robert Kellog der ki, yazılı edebiyat,
yazarın ve okurun zihinleri arasındaki
iletişimi kurarken, sanatsal sözlü eylemin
arkasında sabit olan şey “sanatçı ve
seyirci tarafından birbirlerinden farklı
olarak paylaşılan geleneğin bir tarafı,
ideal bir performansı”dır. Robert Kellog,
buna örnek olarak, Zaire’nin sözlü
ürünlerinden biri olan Mwindo Epic’ten
bahseder. Bu sözlü ürün, icra edilmemiş
olarak varlığını sürdüren, oldukça uzun
ve detaylı bir idealdir. Bu ve bunun gibi
bakış açıları, derin yapı düşüncesinin
yanlış uygulamalarını simgeler ve sözlü
edebiyatı ortak bir çalışma olan halk
edebiyatının ruhundan doğmuş kabul
edenlerle aynı zorlukları paylaşır. Sözlü
temsil açısından ele alındığında, sözlü
toplumlarda bireylerin daha farklı rollere
sahip olduğu oldukça açık olmasına
rağmen, bu farklılıkları tanımlamak için
incelenmesi mümkün olmayan süreçlerden
ve yöntemlerden oluşan fikirler ortaya
koymamalıyız.
Sözlü Kültürün Özellikleri
Yazısı olan bir toplumdaki sözlü
gelenekten ya da sözlü bir alt kültürden
ayrı olarak, sözlü bir kültürün özellikleri
nelerdir? Öncelikle, iletişim bakımdan
ele alındığında, bütün etkileşim yüz yüze
temasın olduğu durumlarda etkin olarak
yer alır (bakınız Etkileşim, Yüz Yüze).
Eğitimli toplumlarda, öğretmenin de, en
azından çocuklar için bile olsa, bilginin
aktarıcısı olarak yegâne bir rolü olduğu
açıktır. Fakat, öğretmenin arkasındaki
“otorite”, sonuçta kitaplarda yatmaktadır
ve zeki, meraklı öğrenciler nihayetinde,
kütüphaneyi doğrudan kullanmayı
öğrenirler. Daha sonra öğretmen, açıklamaları,
yorumları ve sayfalarda birikmiş
olan bilgilere yaptığı ilaveleri ile değer
kazanır. Sözlü kültürlerde ise, her şey
büyüklerin zihinlerinde depolanmıştır,
bu nedenle, en uzun görüşülen ve en
uzun yaşayan kişi bilginin ana kaynağı
olarak yaşamaya devam eder. Sadece bu
nedenden dolayı bile, yaşlılara saygı göstermek
zorunludur. Onlar, geçmiş hakkındaki
bilgilerin, yani, toplumun gelenekleri
ve kültürü hakkındaki bilgilerin
yerine konmaz depolarıdırlar. Sınırlı koşullarda
yazıya sahip olan toplumlar için
de bu durum geçerlidir.
İkinci olarak, neredeyse bilginin tek
deposunun insan hafızası olduğu gerçeği
şu anlama gelir ki, bu bilgiler her zaman
hatırlanıp unutulmaya müsaittirler.
Tabii ki, özel bilgileri korumak için
geliştirilmiş yöntemler vardır. Fakat,
bilinçli olarak yönlendirilmezse, hafıza,
uymayanları ayıklayama eğilimi ile başka
ilgilere yönelir. Sözlü depolamanın
ve aktarımın bu özelliği, bu kültürlerin
göreceli olarak homojen olan özelliğine
katkıda bulunur. Bu kültürlerde, hafıza,
birbirleri ile bütünleşen deneyimlerle çalışmaya
devam ederken, rahatsızlık veren,
diğerleri ile uyumsuz olanlarını ise
unutma eğilimindedir.
Sonuç olarak, çoğu kişisel özellikler
ya da kişisel çelişkiler, ya kültürün
dışında kalma ya da zaten hep oradalarmış
gibi kültürün içine dahil olma
eğilimindedirler. Örneğin, yenilikler,
dini uygulamaların, kısmen karmaşık
yaratıcılıkları yüzünden kısmen de sağlık
ve hastalık, yaşam ve ölüm üzerine
getirdikleri pratik çözümlerin yetersizliği
yüzünden, değişmez bir parçasıdırlar.
Başarısız olan Tanrı yeni bir yaratılış
ya da dışarıdan getirilen başka bir şeyle
yer değiştirilir. Bu yaratılışların bazıları
Millî Folklor, 2009, Y›l 21, Say› 83
http://www.millifolklor.com 131
denenir, bazıları reddedilir, bir kısmı da
sabitleşmiş bir gelenek ortaya koyarak
yaşamaya devam eder.
Katılımcılara göre kültür, tıpkı
Bagre’nin versiyonlarının çoğunluk tarafından
aynı kabul edilmesi gibi, hep
aynı olarak algılanır. Bu tip yargıları
bir temsilin, bir ritüelin gizli bir sürekliliğinden
ya da bütününden kopmuş
bir idealin izleri olarak yorumlamanın
temelleri derin bir yapıdan gelir ve uygulamada
ve teoride çok az kanıtları vardır.
Çeşitlilikler oluşur ve bazıları çok
belirgin değişimlere yol açarlar. Eğer
böyle olmasaydı, örneğin Papua Yeni
Gine gibi göreceli olarak küçük olan bölgelerdeki
sözlü kültürün sıra dışı çeşitliliğinden
kim nasıl sorumlu tutulabilirdi
ki? Bazı değişiklikler kasten bazıları da
istemeden göz ardı edilirler ve sözel benzerliğin
belirlenmesi genellikle zordur.
LoDagaa’nın uzun Bagre ezberi yazıya
geçirildiğinden beri, bu toplumun okuryazar
üyeleri, yazılı versiyonun mevcut
versiyondan farklı olduğunu görebilmektedirler.
Bu ilk yazılı versiyon, onu
ezberleyen ve Ortodoks(merkezi) bir
versiyon düşüncesini uygulayan ataları
tarafından oluşturulmuştu. Fakat, eşit
bir biçimde katılmak mümkündür ki,
sözlü bir kültürde “asıl” versiyon, birilerinin
çağdaşları tarafından üretilmiş
olandır -en eski değildir fakat en yenisidir-
çünkü, ancak bu şekilde geçmişte
kalan ilgilerden ziyade mevcut olanları
yansıtılacaktır.
Aynı şekilde, değişim, sözlü hafızanın
doğası ve sözlü aktarımın tarzı
tarafından bir lokmada yutulma eğilimindedir
ve tabi ki şüphe ve çelişkiler
de. Sözlü kültürün üyeleri zaman zaman
kendi Tanrıları, ritüelleri ve dayanakları
hakkında şüpheye düşerler. Fakat,
ne zaman ki bunlar yazıya geçirilirler,
işte o zaman, kendi kendini inşa eden,
gerçek bir eleştiri geleneği ortaya çıkar.
Şüphecilik kuşağı-inançsızlık-kısmen,
alternatif versiyonları parça parça oturtma,
tahminlerin sonuçlarını düzenli bir
şekilde kaydetme, uzmanların çelişkilerinden
görüneni algılama sorunudur.
Sözlü kültürlerde, geçmişteki hataların
yer aldığı karatahta, inancın homojen
görüntüsünü koruyabilmek ve kültürel
değerlerin toplu bağlılığını sağlayabilmek
için her nesilde yeniden temizlenme
eğilimindedir
Eğitim, Sosyal İlişkiler ve Diğer
Sosyal Kurumlar
Bizim eğitim dediğimiz şey, nesiller
arasındaki aktarım sürecidir ve genç
olana bilinçli olarak yapılan öğretme
eylemine karşılık gelir. Okur-yazar toplumlarda
bu süreç tamamen resmîdir ve
genellikle birbirinden ayrı örgütlerde
gerçekleşir: Okullar, kolejler ve üniversiteler.
Sözlü kültürlerde, öğrenme kaçınılmaz
olarak daha fazla bağlam odaklı
bir süreçtir, belirli bir ortamdan ziyade
“iş üstündeyken” gerçekleşir. Resmî okul
sürecinde, yazılı muadilleri ile karşılaştırıldığında,
eylemlerin ve düşüncelerin
sözel sorumluluğu çok daha azdır;
itimat yazılı olanadır ve her koşulda,
daha soyut, daha genel ve daha eleştirel
bir yaklaşıma olanak sağlar. Sözlü
öğrenme çok daha fazla miktarda somut
gösterimi ve katılımı gerektirir. Bu nedenle,
sözlü öğrenme sürecinde, çocuğun
dünyası yetişkinlerin dünyasından fazla
ayrı değildir. Tartışmaların ve olayların
cereyan ettiği sırada çocuklar da orada
oturmaya veya oynamaya devam ederler,
en azından bu eylemlerin genel havasını
teneffüs ederler ve bazen de, eğer
dikkatle dinlerlerse, bazılarının içeriğini
de kavrarlar. Sözlü iletişim sese ve yüz
yüze olan etkileşime bağlı olduğu için
öğrenmenin büyük kısmı umumi olarak
gerçekleşir. Okur-yazar kültürlerde bir
Millî Folklor, 2009, Y›l 21, Say› 83
132 http://www.millifolklor.com
birey kitabını alıp yalnız başına çekip
gidebilirken sözlü kültürlerde ikinci bir
eşe anlatıcı ya da öğretici olarak ihtiyaç
vardır. Bir bakıma bu nedenden dolayı,
yalnız kalma ve kendi kendine iletişim
kurma sözlü kültürlerde bazen şüpheyle
karşılanır, muhtemelen, büyülük ya da
kâhinlik gibi kötü eylemlerin başlangıcı
olarak algılanır. Yalnız başına yemek
yemek gibi münferit yapılan eylemler
olumsuz bir değer taşıyabilirler; bu anlayışa
göre, kişinin mahremiyet hakkının
ödüllendirilmesi söz konusu değildir,
çünkü insan hayatının birbirini etkileyen
doğası daha çok doğrudan herkese
açık şekildedir.
Diğer bir deyişle, Emile Durkheim’in,
daha basit toplumların mekanik birliği
olarak gördüğü şey sadece işin paylaşılması
meselesi değildir. Sosyal ilişkiler
ve değerler, yüz yüze iletişim kurulan
durumlarda daha da açıktan desteklenmek
zorundadırlar; bir metin için, dışarıdan
bir yardım kaynağı olabilecek bir
müracaat yeri yoktur. Kelimelerin esas
anlamları için de aynı durum geçerlidir.
Anlamsal nitelikler etkileşim ile geçerli
hâle gelir; geçmişteki anlamlar tarihsel
etimoloji ile yeniden canlandırılıp kullanıma
sokulamazlar; hafızada taşınmayan,
yararlı olduğu üzere silinip yok
edilir. Dilsel iletişimin sözlü yollara hapsedilmesi,
yaygın olarak “ilkel mantık”ın
özelliği olarak kabul edilen bazı vasıfların
sorumlusudur. Daha fazla somutluk
ve soyutlamanın göreceli olarak azlığı,
etkileşim durumunun baskın içeriğine
bağlanmalıdır. Çekingenlikler, genel
kuralların ayrıntılarında yer alırlar ve
genellikle, açık olmaktan ziyade örtüktürler.
Sosyologlar Max Weber ve Talcott
Parsons tarafından geliştirilen terminolojide,
bu tip toplumlar, evrensel olmaktan
ziyade bağımsız olma eğilimindedirler.
Sosyal kurumlar sözlü kanala yönelik
sınırlamalardan çok fazla etkilenirler.
Dinler, günlük yaşam ile açıkça daha
sıkı bir bağ içinde olmak için daha fazla
yerel ilgi odağına sahip olmaya eğilimindedirler.
Yasal işlemler, genel kurallar
ve resmî prosedürler tarafından daha az
yönetilirler. Genel kurallar kanun yapımında
nadiren belirgin rol oynar çünkü
son zamanların kararları kanunun
uygulanmasının kendisini oluşturur.
Hakim için değiştirilmesi gereken veya
meclis için yasa tasarıları ile telafisi gereken,
utanç kalıntısı olacak kadar işe
yararlılık ömrünü aşmış yazılı formüller
yoktur. Hafızanın doğal eğilimi, çoğunlukla,
artık istenmez olanı unutulmaya
gönderir. Siyasi arenada, sözlü iletişimle
sınırlandırılmış olmak, açıkça, bürokratik
devletin gelişmesini sınırlar. Devletlerin
oluşumlarını engellemezken,
merkez ve çevre arasındaki ilişki, haber
halkalarından oluşan zayıf bir bağ olarak
varlığını sürdürür. Hem iç iletişim
hem de merkezî hesaplar, sözlü hafızaya
onu kuvvetlendirici oyunlar ekleyerek
çalışmaya devam eder, fakat, devletin ve
ekonominin düzenlenmesi daha da karmaşık
hale geldikçe, tablosal gösterimli
konuşmaya doğru olan baskı da artar.
KAYNAKÇA
Finnegan, Ruth. Oral Literature in Africa. Oxford,
1970.
Finnegan, Ruth. Literary and Orality. Oxford,
1988.
Goody, Jack. The Myth of the Bagre. Oxford,
1972.
Goody, Jack ve S. W. D. K. Gandah, eds. Une
récitation du Bagré. Paris, 1980.
Kellogg, Robert. “Oral Literature”. New Literary
History 5 (1973): 55-66.
Lord, Albert. The Singer of Tales. Cambridge:

Mass, 1960, yeniden basım 1981.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder