17 Ekim 2013 Perşembe

MİTOLOJİNİN İŞLEVLERİ

MİTOLOJİNİN İŞLEVLERİ
 Mitler’in işlevleri dört ana noktada toparlanabilir. İlk olarak, mitler, evrenin ürpertici ve bağlayıcı bir gizem’e sahip olduğunu -mysterium tremendum et fascinans- insan bilincine yansıtmaktadır. Kendisi aracılığıyla evrende varolan ve gerçekleşen herşeyin olduğu gibi kabul edilmesini sağlamaktadır: Evren ve içinde barındırdığı varlıklar alemi, birbiriyle bağlantısız ve anlamsız değildir. İkinci olarak, mitler, insana hayatı, olayları ve insanın geleceğine ait yorumlayıcı-izah edici bütüncül bir imge geliştirmekte ve sunmaktadır. Örneğin Shakespeare’in sanatın işlevine dair yaptığı açıklama, insan perspektifinden ‘doğayı olduğu gibi gösterecek aynayı tutmak’ şeklindeki ifadesi, aslında bir bakıma mitolojinin işlevini hatırlatmaktadır. Bu mit kaynaklı yaklaşım, modern düşünce ve sanat anlayışı tarafından da kabul görmektedir. Mitler, uyanan insan bilincini kendini besleyen kaynakların gücüne devamlı tekrarlanan olaylarla inandırma işlevi görmektedir.  
Üçüncü olarak, mitler, oluşturduğu inançlar ile doğa karşısında ve toplumda görece istikrarlı ve ahlaki bir düzeni savunmaktadır. İnsanı doğa yahut coğrafya ve tarihle koşullanmış toplumsal grubunun gereksinimlerine göre biçimlendirir. Bu biçimlenme doğal, biyolojik ortamdan gerçek bir kopuş haline gelebilir. Örneğin bazı inançlar, adaklar, kurbanlar, çizmeler, kesmeler, dövmeler ve benzeri ritüeller, insan bedenini basit, doğal halinden daha kapsamlı, daha uzun süreli kültürel bir gövdeye üye yapmanın toplumsal yolları ve ürünleridir. Bu yolla birey toplumsal olanın organı haline gelir. İnsanın zihni ve duyguları buna denk düşen bir mitsel inançla sabitlenir. Sonuç olarak, her ne kadar kaynakları doğal olanla bir şekilde bağlantılı olsa da, insan ilişkileri toplumsal olarak kurgulanır ve üretilir. Böylece toplumsal hayatın devamlılığı korunmuş olur. Örneğin Hindistan’da kast düzeninin oluşumu, reenkarnasyon, Sati ritüeli ve mitik arka planı birbirini besleyen sürekliliklerdir. “Sati, eski bir Hindu adetidir. Ölmüş kocasının cesedinin yığılmış odunlarla yakılması esnasında, dul kalan eşi ateşin içine 
    

27 
canlı olarak atlayarak kocasının cesediyle birlikte kendisini de yakmasıdır. Toplumsal olarak kabul gören ve ritüel olarak da onaylanan bu davranışla, kadın, aileye sadakati, dul bir kadının ailesi için ne büyük bir onur kaynağı olduğunu göstermiş ve ölüm sonrası kendisinin daha üst bir varlık konumuna yükseltileceği inancına uygun davranmış olmaktadır.” 
Farklı toplum ve uygarlıkların uzun tarih içinde yükselmesi-yıkılması, onları destekleyen mitik yasaların döngüsel zaman içinde insani yazgı bakımından ikna ediciliğinin işlevi olarak değerlendirilebilir. Çünkü uygarlıkları harekete geçirici, kurucu ve dönüştürücü olan otorite değil, ortak inançlardan alınan esindir. Mitsel inançlar, toplumlara aksiyoner ruh üfleyen bir simgeler organizasyonudur. Örneğin Türk tarihindeki “Ergenokon’dan Çıkış” efsanesi, kökenci bir var oluşun mitolojik ilham kaynağıdır. Bu simge ve sembollerin önemini somut biçimde izah etmek her zaman olası değildir. Bir esin kaynağı olarak simge ve sembollerden tarihin belli dönemlerinde ihtiyaç duyulan mesaj üretilir, toplumsal ilişkiler yeniden düzenlenir. Böylelikle simgesel kaynaktan yeniden üretilen mesaj sayesinde insanlar, hem yeni bir toplumsal düzen kurmayı başarır, hem de inanılan değerlerle uyumlu bir deneyim yaşama imkanına sahip olabilir. Özellikle döngüsel mitolojik-dini zaman anlayışı doğrultusunda toplumsal çöküş ve yükseliş zamanları, anlamını mitik anlatı ve efsanelerden alır.  Çünkü insan deneyimi tekrarlanabilir şeylerdir. Mitlerin dördüncü en canlı, önemli işlevi, insanın evren ve toplumsal dünya içindeki yeri ve anlamıyla ilgilidir. İnsan kendi var oluş anlamını, doğal ve toplumsal çevresinde bulabilmektedir. İnsan, mitler vasıtasıyla sırasıyla kendisiyle -mikro-kozmos-, ürettiği kültürüyle -mezo-kozmos-, ilişkili olduğu evrenle  –makro-kozmos- ve her şeyin ötesinde yaratıcı tanrısal güç ve irade ile uyum içinde yaşamayı öğrenmektedir. Örneğin insan türünün iki cinsi olan erkek ve kadın arasındaki bitimsiz öne çıkma yarışını Hint mitolojisinden bir öykü ile anlaşılır kılmak mümkündür. 
‘Tanrı, yaprağın hafifliğini, ceylanın bakışını, güneş ışığının kıvancını, sisin gözyaşını aldı; rüzgarın kararsızlığını, tavşanın ürkekliğini buna ekledi. Onların üzerine kıymetli taşların sertliğini, balın tadını, kaplanın yırtıcılığını, ateşin yakıcılığını, kışın soğuğunu, saksağanın gevezeliğini, kumrunun sevgisini kattı. Bütün bunları karıştırdı, eritti ve kadın yaptı. Yarattığı kadını erkeğe armağan etti’. ‘Tanrı kaplumbağanın yavaşlığını, boğanın bakışını, fırtına bulutlarının kasvetini, tilkinin kurnazlığını, boranın dehşetini aldı; sülüğün yapışkanlığını, kedinin nankörlüğünü, hindinin kabarışını, gergedan derisinin sertliğini onlara ekledi. Bunların üzerine ayının kabalığını, bukalemunun şıpsevdiliğini, sivrisineğin vızıltısını kattı ve erkeği yarattı. Yarattığı erkeği, adam etsin diye kadına verdi.’   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder