17 Ekim 2013 Perşembe

2. Tarımcı ve Göçebe Topluma Özgü İnançlar

2. Tarımcı ve Göçebe Topluma Özgü İnançlar 

Tarımsal ekonomi içinde insan, zaman perspektifini planlayarak örgütlü bir 
duruma sokmuştur. Buna bağlı olarak insan yaşamının evreleri, çeşitli açılardan 
döngüsel bir sistemde düşünülmüş ve böylelikle animist avcı-toplayıcılardaki ölüm 
sonrası hayat inancı, neolitik toplumlarda daha sistemli hiyerarşik bir düzene dönüşmüştür6. Tarım merkezli ekonomi, mevsimlerin düzenli takibini gerektirdiğinden 
güneşin ve yıldızların hareketleri gözlemlenmiş, toprak ile gök arasında ilişki kurularak 
gökle özdeş dinsel inanç sistemleri geliştirilmiştir. Nitekim Orhan Hançerlioğlu, insan 
düşüncesinde başlayan inanç ilkelerinin tarım gereksinimleri için göğe yöneldiğini, 
tarımı başarmak içinse göğün gözetlenmesi gerektiğini ve buna bağlı olarak bitkilerin 
verimi için gerekli mevsimsel değişimlerin gök cisimleriyle ilgili olduğundan dolayı 
tanrı fikrinin gökleştiğini ifade etmiştir (Hançerlioğlu 1995: 24). Ancak yazarın bu 
tespitinde sınırlamanın sadece bitki yetiştirici toplumlarla yapılması, göçebe toplumların                                                  4 Neolitik devrimle ilgili ayrıntılı bilgi için bk. (Childe 2004). 5 Sibel Özbudun, arkeolojik veriler ışığında, bu kurumsallaşmayı gerçekleştirenlerin Ön Asya bölgesindeki Güney Mezopotamya’da bugün tanımlandığı biçimiyle devlet kurarak uygarlığa nihai adımı atan Sümerler olduğunu ifade etmiştir (Özbudun 1997: 60).  6 Alâeddin Şenel’e göre, ekonomik ve toplumsal konularda ilerisini düşünücü, kendini tutucu davranış alışkanlıkları, neolitik insanın düşüncesine de önemli bir boyut kazandıracaktır. Daha önce halde ve geçmişte yaşayan insan, geleceği de düşünerek üç boyutlu bir zaman kavramına sahip olacaktır. Geçmişi düşünmenin düşleri, mitosları; hali düşünmenin anlık tepkileri geliştirmesine karşılık; geleceği düşünmek planlamayı, örgütlemeyi, umut etmeyi geliştirir ve bu gelecek düşüncesi, ölümden sonraki geleceğe dek uzanabilir. Öteki etmenlerle birlikte, dinsel düşünüşün temelindeki düşünsel etmenlerden biri budur (Şenel 1982: 164). 
inançlarında göğe tanrısal özelliklerin verilmesini açıklamakta yetersiz kalmaktadır. 
Göçebe ve yarı-göçebe toplum, sürülerinin beslenmesi ve üremesi noktasında yine 
doğaya bağlı kalan bir ekonomik yapıda varlığını sürdürdüğünden dolayı yukarıdaki 
tespite neolitik göçebeleri de katmamız gerekmektedir.  
Tanrı düşüncesinin gökle paralelliği, tanrıların kendi mekânlarında dünyadaki 
hayattan oldukça farklı bir biçimde varlıklarını sürdürdükleri inancı, insan zihninde 
kayıp cennet mitlerinin köklerini atmış, yeryüzünü bu mekândan ayrı bir sürgün yeri 
olarak konumlandırmanın dinsel zeminini oluşturmuştur. Bu düşüncenin kaynağı 
kuşkusuz Sümer teolojisidir. Bu baskın düşünceyi Sümer teolojisinin gücüne, Sümer 
teolojisini ise Sümer rahiplerinin aynı zamanda astronomiyle ilgilenmelerine bağlayan 
Tokarev, Sümerlerde astronominin hızlı bir şekilde gelişmesiyle beraber Sümer dininin 
tabiat güçleriyle yakın ilişki içerisinde olmasının rahiplerin evren ve insan hakkında 
ilksel unsurlar taşıyan teolojik bir sistem oluşturmalarına neden olduğunu ifade etmiştir 
(Tokarev 2006: 369). 
Neolitik devrimle uygarlığa ilk adımı atan, örgütlü otoriteye sahip bir toplum 
olan Sümerlerin eskatolojik mitlerinde ölümden sonra hayat vardır; ancak bu hayatta iyiler ve kötüler arasında bir ayrım yoktur. Sümerlerde ölen kişi, Kur7 adı verilen ölüler 
diyarına gitmekte ve burada yeryüzündeki yaşamın değişik bir biçimini devam ettirmektedir8.  
Sümerlerde ilahi ceza telakkisi, yaşanılan dünya ile sınırlıdır. Altuncu’ya göre, 
Sümerler, yeryüzünde sorunlarla karşılaşılmasını, felaketlerin ve ölümcül hastalıkların 
meydana gelmesini tanrılarla ilişkilendirmişlerdir. Bütün bu olumsuz durumlara neden 
olarak tanrıları memnun edememe kabul edildiği için cezanın da bu dünyada verildiği 
inancı doğmuştur. Sümerlere göre, gündelik hayatlarında sıklıkla karşılaştıkları, sefalet, 
hastalık, ölüm, yoksulluk, ağır yaralanma, yıkım, savaş, felaket, yırtıcı hayvanların 
zararı gibi ceza telakkileri tanrılarla bağlantılıdır (Altuncu 2011: 65). 
Sümer teolojisine göre, bir kimse öldükten sonra o kişinin ruhu bedeninden 
ayrılır, gölge veya hayalet gibi yarı cisme sahip bir varlığa dönüşür. Edimmu olarak                                                  7 Kur kelimesi ile Orta Asya’da, eski Türkçede mezarlara Kur, Kurgan ve Gorgan isimleri verilmesi arasında ilginç bir benzerlik vardır. Bu benzerliğe dikkat çeken çalışma için bkz. (Gerey 2005: 93). 8 Konuyla ilgili bir çalışma yapan Abdullah Altuncu’ya göre, Sümerlerde yeryüzünde geçici bir hayata layık görülen insanın ölümden sonra yeraltı dünyasına gideceği düşüncesi bulunmaktaydı. Kur adı verilen bu dünyanın bir diğer ismi ise ölüler diyarıydı (Altuncu 2011: 66). 
isimlendirilen bu ruh yükselir ancak ölümle tanışan bedenle tam olarak münasebeti 
kesilmediği için ancak defnedildikten sonra rahat edebilir. Edimmu’nun yeraltı 
dünyasına geçebilmesi için defnedilmesi şarttır ve bu zaman gelinceye kadar ruh 
başıboş bir şekilde yeryüzünde dolaşır (Günaltay 1987: 505). Ali Narçın’a göre, Kur, 
yeryüzüyle asla kıyaslanamayacak kadar kötü bir yerdir. Burada en önemli kralların ve 
iyi insanların bile rahat edemeyeceğine inanılırdı. Bunun sebebi, Kur’un kötü ve 
sıkıntılı bir yer olmasıyla beraber aynı zamanda evrenin yaratılışı sırasında konulan 
kurallara göre inen kişinin bir daha Kur’dan çıkamayacağı yasasıdır (Narçın 2007: 238). 
Kur olarak adlandırılan yer, her ne kadar cehennem düşüncesinin ilkel bir biçimi 
olarak tasvirlenmiş olduğu görülse de, karşıtlık ve buna bağlı olarak ödül ve ceza 
paradigmasının henüz ortaya çıkmadığı anlaşılmaktadır. Sümer kozmogonisinde geçen tanrıların yaşadığı yeşillikler içinde güzel bir yer olan Dilmun’u9 Kur’un karşıtı olarak 
düşünmek oldukça zorlama bir yorum olacaktır. Çünkü Dilmun, insanın yaratılışından 
önce adı geçen, sadece tanrıların yaşadığı bir yerdir ve burası en azından erken Sümer eskatolojisinde bir ödül olarak gidilebilecek bir yer değildir10.  
Kur’un erken dönem Sümer mitik metinlerindeki tasvirleri, karanlık ve kasvetli, 
kurtların delik deşik ettiği insanların bulunduğu, toz ve toprak içinde, çamur yenilen, kirli su içilen bir yer olduğuna odaklanmıştır11. Zaman içinde Kur inancı evrilmiş, 
yeryüzünde yaşamdaki hiyerarşik düzene benzer bir yapı, Kur içinde de geçerli hale 
gelmiştir. Ölen kralların mahiyetleriyle, hizmetçileri ve muhafızlarıyla beraber 
gömüldüğüne yönelik bulgular, ölüler diyarındaki hiyerarşi hakkında bilgi vermektedir. Sümer krallarının mezarlarına mahiyetiyle birlikte gömülmesi12, Kur’da sürdürülen 
yaşamın yeryüzündeki yaşamın bir devamı şeklinde tezahür etiğini göstermektedir. 
Burada yönetici sınıfın ve rahiplerin diğerlerine göre daha farklı konumları 
bulunmaktadır.  
                                                 9 Sümer’de belirtilen bu cennet, ölümlüler için değil, tanrılar içindir. Ancak tek bir ölümlünün bu cennete girme hakkı kazandığı da ifade edilmekle birlikte, bu ölümlünün kim olduğu ve hangi özellikleri taşıdığı açıklanmamıştır (Kramer 2002: 185). 10 Nitekim Muazzez İlmiye Çığ’ın aktardığı bilgilere göre, Gılgamış destanında, Enkidu’nun Kur’a gelmesinden sonra kralların, başrahiplerin, iyi ve doğru yaşayanların, kısacası her sınıftan bütün insanların Kur’da bir arada yaşadıklarını gören Gılgamış hayretler içerisinde kalmıştır (Çığ 2000: 54). 11 Konuyla ilgili bkz. (Günaltay 1987: 506-507). 12 Kemalettin Köroğlu’nun aktardığı bilgilere göre, yetmiş dört kişilik maiyetiyle birlikte gömülen kral mezarı ortaya çıkartılmıştır (Köroğlu 2011: 69). 
Günaltay’ın vermiş olduğu şu bilgiler bizi Sümer eskatolojisindeki cennet 
düşüncesinin, dahası insanlık tarihindeki cennet tasavvurunun ilk izlerine 
götürmektedir: “...diğerleri ise dünyadaki konumlarına göre çok daha sıkıntılı bir yerde 
olsalar da kötü bir yaşam süren edimmuların yanında onların konumları ve rahatları 
oldukça iyiydi. Bunlar, ülkelerini iyi bir şekilde yönetmek için çalışan krallar, kendi 
topraklarını kahramanca savunup ölen askerler, din adamları, adaletli tüccarlar ve 
tanrıların isteklerini gözetip buna uygun bir şekilde yaşayan insanlardı. Bu kimseler 
aileleriyle beraber istirahat döşeklerinde yatar ve temiz su içerdi. Ayrıca ölen kimseler 
için geride bıraktıkları tarafından tanrılara adak sunulan kimseler de özel haklara 
sahip olur ve diğerleri gibi kırıntı toplayıp çamur yemek zorunda kalmazdı” (Günaltay 
1987: 506-507). 
Toprağa bağlı yaşayan tarımcı toplumlar, ürünlerini göçebe toplumların 
istilalarına karşı korumak için muhtemelen örgütlü bir askeri sınıf oluşturmuş, diğer 
yandan da çeşitli üretim koşullarının etkisiyle sınıflı toplum ve köleci düzen ortaya 
çıkmıştı. Bu yapı içerisinde sınıflı-tarımcı toplumda otoriteyi temsil eden gruplara özgü 
gelişen ilk cennet inançlarında hiyerarşik düzenin öbür hayatta da devam ettiği 
görülmektedir.  
Krallar ve din adamları başta olmak üzere, öbür hayatta aynı koşullar altında 
varlığını sürdüren edimmular arasındaki sınıfsal farklılığın temellerine geç dönem 
Sümer inançlarında rastlamaktayız. Bu inanç sisteminde Kur’da yaşam tarzlarının 
farklılaşması, Sümer kent devletlerinin Mezopotamya bölgesindeki diğer istilacı 
kavimler tarafından sürekli tehdit edilmesiyle gerçekleşmiştir. Bölgelerini korumak için 
askeri motivasyonu sağlayacak, dinsel argümanlarla halkı kıtlık dönemlerinde isyana 
yönelmeyi engelleyecek unsurlardan biri de ölüler diyarında vaat edilen farklı yaşam 
seçeneği sunulmasıdır. Belki de ilk olarak tanrılar adına savaşmanın, şehitlik gibi 
kavramların bu dönemde ortaya çıktığını söylemek fazla iddialı bir tez olmayacaktır. 
Egemen sınıfın ve bu sınıfa hizmet eden bazı grupların Kur’da diğerlerinden 
farklı bir yaşam süreceği inancının temelini tarımcı kültürün sosyal tabakalaşmasında 
aramak gereklidir. Kent devleti şeklinde örgütlenmenin zaman içinde bir krallığa 
evrilmesi ve böylelikle bir müddet sonra merkezileşmesi, otoriteyi tanrısal gücün 
temsilcisi veya bizzat bu gücü kullanma meşruiyetini elinde tutan elit bir sınıf haline 
getirmiştir. Bundan dolayı öbür hayat düşüncesinde sınıfsal farklılaşma, yani diğer 
adıyla cennet ve cehennem inançlarının ilk hali ortaya çıkmıştır. 
Tarımcı toplumların tersine göçebe toplumların dini inanç sistemlerinde ahiret, 
cennet, cehennem gibi kavramlar, çok daha geç dönemde ortaya çıkmıştır. Örneğin, eski Türklerde ölümden sonra hayat inancı13 vardır, ancak bu inanç, ilk dönemlerde animist 
inançlar ile şamanistik sihir sisteminin bir sentezi sonucu oluşmuştur. Farklı ülkelere 
göç eden, istila ve fetih hareketlerine katılan Türkler, zaman içinde Ön Asya’da 
yeşermiş Semitik monoteist dinlerin ve kısmen de Zerdüştlüğün etkisiyle cennet ve 
cehennem inançlarını ödül ve ceza paradigmasına oturtmuştur. Daha açık bir şekilde 
ifade etmek gerekirse, eski Türklerin erken tarihi dönemlerinde cennet-cehennem inançları yoktur. Ancak, kimi araştırmacılar, uçmağ14 kelimesinden hareketle tanrı katı 
olan gökyüzü ile cenneti birbiriyle karıştırmış, tıpkı Sümerlerdeki Dilmun, Tevrat’taki 
Aden Bahçesi gibi teogonik bir mekânı ahlaki bir sistem ve ilahi ödülle özdeşleştirilerek 
yanlış bir tespite neden olmuşlardır. Aslında bu inanç, daha sonraki dönemlerde ortaya 
çıkmış olup bu inanç biçimini Zerdüştlük, Maniheizm, Hıristiyanlık ve İslamlık 
dinleriyle temaslar şekillendirmiştir. Bu etkileşimin en tipik örneklerini Altay 
şamanlığının ahiret inançlarında görüyoruz. 
Murat Uraz’ın çalışmasında yer verdiği Altay yeraltı dünyasıyla ilgili bilgiler, 
Ön Asya dini sistemlerinin etkisini göstermesi bakımından hayli önemlidir. Ancak 
Sümerlerdeki Nergal ve Ereşkigal ile Erlik arasındaki benzerliklere değinirken 
cehennem nitelemesi kanaatimizce yanlıştır. Çünkü Sümer Kur’u bir ölüler diyarıdır ve 
cehennem düşüncesiyle eşdeğer değildir: “Altaylılara göre dokuz kat olan yer altı yahut 
karanlıklar âleminde oturanların başında kötülük tanrısı Erlik gelir. Erliğin emrinde 
bulunan ikinci derecedeki tanrılarla kötü ruhlar, zebaniler de orada bulunur. 
Cehennem de oradadır. Körmösler, Azalar da Erlik’in emrini yerine getiren kötü 
ruhlardır. Sümerlerin büyük tanrılarından da yeraltında oturanları vardır. Fırtına ve 
                                                 13 Hunların cesetlerini mumyalaması, Hun ve Göktürklerin ölüleri eşyaları ve atıyla birlikte gömmeleri, Göktürklerin cesetleri yakarak ateşin temizleyici gücüne sığınmaları, öte dünya inancının belirgin bir biçimde var olduğunun göstergesidir. Bk. (Çınaroğlu 2008: 177). 14 Jean Paul Roux, “Altay Türklerinde Ölüm” adlı çalışmasında, uçmak kelimesinin etimolojisi hakkında oldukça ayrıntılı bilgiler vermiştir. Bu kelimenin daha çok Ortaçağ kaynaklarında kullanıldığını, Soğdcada cennet anlamına gelmesinden dolayı ruhun uçmasıyla ilgili anlamını zamanla kaybettiğini ifade etmiştir. Ayrıntılı bilgi için bk. (Roux 1999: 146-160). 
cehennem tanrısı Nergal ile karısı Ereşkigal yeraltındadır. Hem Erlik’in, hem de 
Nergal’in yeraltında muhteşem bir sarayı bulunmaktadır.” (Uraz 1992: 94). 
Eski Türkler, yukarıda izah edilmeye çalışıldığı gibi, ruh düşüncesine animist 
inançların etkisiyle ulaşmışlar ve zoomorfist bir algılamayla ruhu gökte uçan bir kuş 
gibi düşünmüşlerdir. Ünver Günay ve Harun Güngör, Türklerdeki zoomorfizme dikkat 
çekerek, ölülerin bir kuş gibi bu dünyayı terk ettiklerine inanıldığını, Göktürk 
Kitabeleri’ndeki uçmak sözcüğünün de bununla bağlantılı olduğunu söylerler. Aslında 
ölüm halinde ruhun bedeni bir kuş şeklinde uçarak terk ettiği tasavvuru, Türklerde çok 
daha eski bir mevcudiyete sahiptir. Güngör ve Günay’a göre, modern etnografik 
araştırmalar, Türk topluluklarında ruhun dünyada bir insan bedeninde cisimlenmeden 
önce, gökte kuş şeklinde ikamet ettiğinin tasavvur edildiğini ortaya koymaktadır (Günay 
ve Güngör 2003: 105). 
Eski Türklerde öldürülen düşmanları temsilen mezarlara balbal dikme geleneği, 
Ön Asya tarımcı toplumların ölü gömme geleneğinde bulunan yönetici sınıftan birinin 
mahiyetiyle beraber gömülmesiyle bir benzerlik sunmaktadır. Bu gömme uygulamaları, 
ölen kişinin yeryüzündeki hayatın bir benzerini öbür hayatta yaşamaya devam 
edeceğine yönelik inançları göstermektedir. 
Ünver Günay ve Harun Güngör’ün aktardığı bilgilere göre, Barthold, Eski 
Türklerin inançlarında hesap günü, cennet-cehennem gibi kavramlara yer 
vermediklerini ileri sürmüştür. Buna göre Barthold, eski Türk dininin ahlaki ideallerle 
ilgili olmadığını, dolayısıyla da eski Türk kahramanlarının mezarlarına dikilen ve 
onların öldürdükleri düşmanlarını temsil ettiği düşünülen balbalların öldürülen bu 
düşmanların öldüren kahramanlara ahirette hizmet edeceği inancına bağlı olduğunu, 
yoksa orada uhrevi sorumluluk ve hesap inancının bulunmadığını ifade etmiştir (Günay 
ve Güngör 2003: 106). 
Günay ve Güngör’e göre, geleneksel Türk dini içerisindeki iyi ve kötü ruh 
ayrımı ile ölümden sonraki hayat ve iyilerin göğe yükselmesi inançları oldukça eskidir. 
Buna karşılık cennet, cehennem ve hesap gibi dini kavramlar, zaman içerisinde ve 
yabancı dinlerin de etkisi altında gelişme göstermiştir (Günay ve Güngör 2003: 107). 
Yusuf Ziya Yörükan da Barthold gibi düşünmektedir. Yörükan’a göre, eski Türk 
dininde cennet-cehennem gibi kavramlar yenidir; çünkü Türkler, hesap günü ve uhrevi 
sorumluk fikrine sahip değildirler. Türkler, ceza ve mükâfatı ahirette değil, dünyada 
kabul ederler. Ahiret öteki dünyadır. Ancak bu, dünyada herkes ne şekilde yaşamış ise 
orada da aynı hal devam edecektir, demektir (Yörükan 2005: 63). 
Yörükan, Türklerin, ölülerini eşyalarıyla birlikte gömmeleri inancını, Türk 
inançlarına göre, insanların öldükten sonra da mal mülk edinebilecekleri inancına 
bağlamaktadır. Araştırmacıya göre, Türkler, ahiret, cennet-cehennem, mahşer, hesap 
gibi kavramların hepsine değil, belki sadece birine sahiptir. Bir insan savaş 
meydanlarında ne kadar insan öldürürse, ahirette o nispette rahat edecek ve o kadar 
hizmetçiye sahip olacaktır. Bu insanları öldürdüğünden dolayı ahirette mesul olacağı 
fikri, daha sonraki devirlere ait bir mefhumdur (Yörükan 2005: 63-64). 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder