19 Ekim 2013 Cumartesi

TÜRKLERDE İSLAMİYET ÖNCESİ İNANÇ SİSTEMLERİ

                                                                 Prof. Dr. Erman Artun 

Türkler; tarihleri boyunca birbirinden farklı birçok dinin veya inanç sisteminin etkisi altında 
kalmıştır. Orta Asya'daki en eski Türk topluluklarının inanç sistemleri atalar kültü, tabiat kültleri ve 
Gök Tanrı kültü olmak üzere üçlü bir din anlayışından oluşmaktadır. Bunlardan atalar kültünün 
çeşitli eski Türk zümreleri arasında en köklü ve en eski inançlardan birisi olduğu söylenebilir. Atanın 
öldükten sonra ailesine yardım edeceği inancından doğan, korku ve saygıyla karışık bir anlayıştan 
oluşan atalar kültü, Budizm ve Maniheizm gibi yabancı dinlerin yayılmasından sonra da Türkler 
arasında kuvvetinden bir şey kaybetmeden varlığını devam ettirmiştir. İslamiyet, VII. yüzyılda 
yayılmaya başlamış, Türklerin bu yeni dine geçişleri de aynı yüzyılda başlamış ancak, X. yüzyılda 
tamamlanmıştır (Turan, 1994:110). 
 İnanç 
“İnanç” sözcüğüne kaynakların farklı tanımlar yaptığını görmekteyiz. “İnanç bir şeyi güvenle 
doğru sayma tutumudur. Buna göre, yeterince gerekçesi bulunmayan, kesin olmayan bir şeyi doğru 
sayma, akıl yoluyla genel geçer bir doğrulama yapmadan başkasının tanıklığı üzerine kurulmuş 
kanıtları, bir kuşku olmaksızın onaylamadır “(Akarsu, 1988:104). “İnanç, bir düşünceye bağlı 
bulunma, Tanrıya, bir dine inanma, iman, birine duyulan güven, itimat, inanma duygusu, inanılan şey, 
görüş ve öğreti”dir (ML, 1971, C.6,:300). Din ve inanç kavramları birbirinden farklıdır. Ayrıca, din 
denen toplumsal kurum inanç ve tapınma adlı iki bölümden oluşur. Her iki bölümün temelinde de 
kutsallık ve yasak kavramları yatar (Turan,1994: 84). 
 1. Totemcilik (Totemizm) 
Totemizm kısaca; insanla hayvan ya da bitki gibi doğal nesneler arasında bir akrabalık ilişkisi 
ya da gizemli bir bağ bulunduğu inancına dayanan düşünce ve davranış sistemidir. Genel olarak, totem 
hayvan ya da bitkiyle topluluk üyesi arasında bir akrabalık ilişkisi kurulur. Bu ilişki mitolojiyle de 
desteklenerek kuşaktan kuşağa aktarılır. Türklerin kurt neslinden ve kayın ağacından geldiği inancı 
buna bir örnek olarak verilebilir. Böylece bitki ve hayvana aktarılan kutsallık sayesinde, doğa, kutsal ve 
kutsal olmayan olarak ikiye ayrılır. 
Kutsal olan kutsal olmayan ayrımı, totem-hayvan ya da totem-bitkinin rast gele tüketilmesinde 
de kendini gösterir. Bunlar ancak dinsel törenlerde tüketilebilir, bunun dışında, totem-hayvan ya da 
totem-bitkiye dokunulmaz. Ata ruhlarının bu bitkilerde yaşadığı inancı aynı zamanda bu bitkilerin 
törenle tüketilmesi durumunda insanların üstün güç elde edeceği inancını da beraberinde getirir. 
 Totemciliğin Orta Asya Türkleri arasında da yerleşmiş olduğunu gösteren birçok kayıt 
bulunmaktadır. Bunların başında, kimi yaratıkların ya da nesnelerin totem olarak kabul edilmiş olması 
gelmektedir. Bir toplulukta totem üç yönden önemlidir: a) Klanın geldiği, türediği kabul edilen kutsal 
varlıktır. Klan üyelerinin atası sayılır. b) Klanın adını oluşturur. c) Klanın simgesidir (Tezcan, 
1996:114). 
Jean Paul Roux, totemciliğe ilişkin görüşleri belli noktalarda toplamıştır (Roux, 1970, akt. 
Avcıoğlu, 1995:401-403): 
İlk bakışta, totemcilik gibi görünen her şey, totemcilik değildir. Örneğin; bir hayvan atanın 
varlığı, onun totem olmasına yetmez. Zira totemci olmayan topluluklarda da hayvan ata efsanelerine 
rastlanır. Totemcilikte hayvana tapma yoktur. Totemler tanrı değildir. Onlara bir dost ve akraba olarak 
saygı gösterilir. 
Kurban konusu yeterince açık değildir. Bazı araştırmacılar kurbanı totemcilik öğesi olarak 
kabul ederken bir kısmı kabul etmez. Bitkiler ve ender olarak cansız şeyler (yıldızlar, bulut vs.) totem 
olabilirse de totem genellikle hayvandır. Totem ilişki kurulan tür ile bu türün çeşitli tasvirleridir. Bu 

tasvirler de kutsaldır ve kutsanır.

 Totemle bu akrabalık ilişkisi çeşitli inançlara yol açar. İnsanlar, kökenini bu totemlere 
dayandırmak yanında ata ruhlarının bu hayvan ve özellikle bitki totemlerde eyleştiğine inanırlar. 
Totem ile insan arasındaki “akrabalık” çok tartışılır. Bazı bilim adamları akraba olduklarını 
savunurken (Durkheim, Freud), bazıları buna karşı çıkmaktadır (Davy, Cazeneve). Tümünün 
birleştikleri nokta ise totem ile insan arasında yakın bir ilişki olduğudur. Totemcilik ancak boy 
örgütlenmesi olan yerde var olabilir. Mauss’ un sözleriyle, “Totemi olmayan boy olabilir; fakat boy 
olmadan totem olmaz”. Totemin koruyuculuğu karşılıksız değildir. İnsanın ilk yükümlülüğü totem 
hayvanı öldürmek ve yemekten kaçınmaktır. Yasak yalnızca akraba boyun üyeleri için geçerlidir. 
Freud bunu totemciliğin çekirdeği sayar (Roux, 1970, Akt. Avcıoğlu, 1995:401-403). 
 Aynı toteme bağlı kişiler arasında evlenme yasağı konuyu ilk inceleyen uzmanlarca kesinlikle 
kabul edilmiştir; fakat sonradan bu tutum değişir. Van Gennep, ilkin bütün gerçek totemcilik 
biçimlerinde aynı totemin üyeleri arasında evlenme ve bazen de cinsel ilişki yasağı bulunduğunu 
düşünür. Daha sonra egzogami ve totemciliğin iki özerk kurum olduğunu, biri olmadan ötekinin 
olabileceği ya da her ikisinin sınırlı ölçüde bir araya gelebildiğini ileri sürmüştür (Roux, 1970, Akt. 
Avcıoğlu, 1995:401-403). 
Freud, totemi şu şekilde tanımlamaktadır: “ Totem yenebilen ve zararsız ya da tehlikeli ve 
korkunç bir hayvan, pek nadir olarak bitki veya (yağmur, su gibi) bir tabiat gücüdür. Totemin bütün 
bir klanla özel bir ilişkisi vardır. Totem, her şeyden önce klanın atasıdır. Klanın koruyucusudur. Klan 
halkına zor durumlarda yol gösterir. Evlatlarını daima tanır ve korur” (Freud, 1971:50). 
Totem inanışında insan vücudunun bazı kısımları özel bir kutsallık taşımaktadırlar. Örneğin 
saç ve kan gibi. Totemi oluşturan insanlar, tek bir aile ve kan kardeşi sayılırlar. Bu nedenle klan 
üyelerinden biri, başka bir klan üyesi tarafından öldürülürse onun kanı yerde bırakılmaz. Kan davası 
gütmek, bütün klan için bir borç sayılmaktadır. Bir başka tabu ise, klan içi evliliktir. Klanlardaki 
kadınlar ve erkekler kardeş sayılırlar (Tezcan, 1996:115). 
Türklerden bir grubun “kurt”u (Gökböri) ata olarak tanıdıkları, Göktürklerin kurttan 
türedikleri hakkındaki efsanenin Çin kaynaklarına kadar geçtiği bilinmektedir. X. yüzyılda 
Abbasoğulları döneminde özel bir görevle Türklerin yaşadığı bölgeleri gezmiş olan Arap bilgini İbni 
Fadlan, Başkurt Türklerinden bir kısmının “yılan”a, “balık”a veya “turna”ya taptıklarından söz 
etmektedir. XI. yüzyılın Arap tarihçilerinden Gardızi de Kırgızlar içerisinde “inek”e, “kirpi”ye, 
“saksağan”a ve “şahin” e hatta güzel ağaçlara tapanların bulunduğunu anlatmaktadır (Turan, 
1994:98). Fakat, Türklerde totem inanışının olmadığını ileri süren tarihçiler de bulunmaktadır. 
Örneğin, İbrahim Kafesoğlu, Türklerde kurdun saygıdeğer bir simge sayıldığını; fakat ona 
tapılmadığını, ayrıca totemci ailede ana hukukunun hakim olduğunu; oysa Türk ailesinin ataerkil bir 
yapıya sahip olduğunu vurgulamıştır (Tezcan, 1996:115). 
 2. Canlıcılık, Ruhçuluk (Animizm) 
İlkel dinler, günümüzden yaklaşık olarak 3.000 yıl önce beş kıtada doğmuştur. Bu dinlerin 
hemen hemen hepsi “canlıcılık” formunda görülmektedir. Çünkü, ilkeller, hayvanlar, bitkiler, kayalar, 
dağlar, ırmaklar, yıldızlar gibi çevrelerinde bulunan her şeyin bir “ruh” u olduğuna inanmaktaydılar. 
Bu inanca göre, ruhun bedene ya da bedenin bazı bölümlerine bağlı olduğuna inanılır. Ruh canlıdır ve 
bedenin dışındayken de onu etkiler. Ruh, bedeni kesin olarak bırakırsa beden ölür. Ölen kişinin ruhu, 
yine de cesedine bağlı kalır. Ölen kişi yaşayanları kıskanıp onlardan öç almaya çalışabilir. Bunu 
önlemenin yolu ölen kişinin cesedine özen gösterilmesidir. Ölüler yaşamaya devam ederler, saygı 
isterler. Yiyip içmek isterler. Bu nedenle ölenlerin mezarlarına sevdikleri yiyeceklerle, yaşarken 
beğendikleri eşyalar, araçlar konur. Fakat, ölülerin dünyası canlıların tersidir. Yeryüzünün gecesi 
onların gündüzüdür (Tezcan, 1996:115-116). Anadolu’da yaşayan Alevi Tahtacı Türkmenlerinde 
günümüzde de süren elbiseyle ve bazı eşyalarla gömülme inanışı sürmektedir. 
Animizm kısaca; ölenlerin ebediyen dünyadan ayrılmadıkları, bunların ruhlarının cenazenin 
çevresinde, ağaçlarda, bitkilerde ve giderek tüm doğada dolaştığı ve böylece tüm doğanın canlı olarak 
algılanmasıdır. Psikolojik olaylarda olduğu gibi hayatla ilgili olayları da düşünen bir ruhun yönettiğine 

inanan sistem. 

Canlıcılığın temel özelliklerinden biri olan büyü ve falın Türkler arasında da uygulandığı 
bilinmektedir. 921-922 yıllarında Oğuzların yanına gitmiş olan İbni Fadlan, onların hastalığın kötü 
ruhların (cin) etkisiyle meydana geldiğine inandıklarını belirtmektedir (Turan, 1994:104). 
Eski Türklerde, insan ruhları genellikle “kuş” biçiminde düşünülmüştür. İnsanlara can 
vermeden önce bu ruhlar, gökte kuş olarak yaşarlar. İnsanlar ölünce de göğe uçarlar. İslamiyet’ ten 
sonra dahi “sunkar boldı-sungur kuşu oldu” denilir. Ebu Müslim ölünce beyaz güvercin olup uçar. 
Dede Korkut’ta Deli Dumrul, kara kılıcını sıyırıp saldırınca, Azrail bile güvercin olup pencereden 
çıkıp gider. Kırgızların Er Töştük destanında bir yiğit, “Bu yedi kuş benim ruhumdu, benim 
nefesimdi” demiştir. Diğer taraftan, Orta Asya’da ruhlar, hayvan ve genellikle de kuş biçiminde 
düşünülmüştür. Şaman’ın gök yolculuğunda yardımcı ruhları, kuş ya da kanatlı hayvanlar olarak 
temsil edilmiştir (Avcıoğlu, 1995:345). 
Animizmde, ruhlar insanlar arasına karışarak ya onlara şans verir ya da hasta eder. Bu yüzden 
ölü ruhlarını yatıştırmak için onlara adaklar adamak, kurbanlar kesmek, ölmüş atalarının mezarlarına 
sunularda bulunmak gerekir. Animizme göre ruhlar, öbür dünyada da bu dünyanın benzeri bir hayat 
sürdüğünden, ölen kimsenin eşyalarını, zengin ve kudretli ise, esir ve hizmetkarlarını da, ölüyle 
beraber göndermelidir. 
Animizme göre; kişinin vücudunun bir parçası da onun ruhundan bir parça taşır. Kişinin 
gölgesi, sudaki aksi, tasviri de onun ruhunun bir parçasını taşır; çünkü "Tasvir ile gerçek aynıdır." Tek 
tanrılı dinlerin, özellikle İslamiyet’in resim yapılmasını yasaklaması, bu eski inancı ortadan 
kaldırmaya yönelik bir sonuçtur. İnsan tarafından kullanılan eşyalar da yine onun ruhuyla özdeştir. 
Ölümden sonra bunlar yakılarak ya da fakirlere verilerek ruhun tekrar gelerek yaşayanları rahatsız 
etmesi önlenir. 
Animizme göre ölü kutsaldır. Bu yüzden, onun karşısında kutsal olmayan her türlü işi, 
çalışmayı durdurmak gerekir. Bugün Anadolu'da cenaze haberi alındığında her türlü iş güç bırakılır, 
ölüm halinde kimi hareketler yapmak, ağlamak, sızlamak, kadınların saçlarını kesmesi, bedenlerine 
toprak sürmesi, bazen çok uzun süre konuşmayarak yas tutması gereklidir (Hançerlioğlu,1993:37). 
Animizme göre; ruhlar, öbür dünyada da bu dünyanın benzeri bir hayat sürdüğünden ölünün 
öbür dünyada başkalarına muhtaç kalmamasını sağlamak gerekir. İlkeller eşyaları da insanlar gibi 
canlı saydıkları için bunların ölmelerini sağlamak için mezara gömer, yakar veya kırarlar. Böylece 
ölü, öteki dünyaya birlikte götürdüğü eşyalarla rahat eder. Ölülerin gömüldüğü ve mistik bir alemde 
kendilerine barınak edindiği, ölüler dünyasına açılan kapı niteliğindeki mezarın ortaya çıkışı ise 
oldukça eski zamanlara kadar gitmektedir. 
 3. Şamanizm 
Şamanizm, büyüye dayalı bir kabile dini olma özelliği taşımaktadır. Eberhard, Şamanizm’in, 
Türklerdeki varlığından bahseden ilk delilin 519 yılında Cücenlerden kaldığını söylemektedir. Bu 
tarihte bir kadın şamanın, güz mevsiminde ovada çadır kurarak yedi gün oruç tuttuğunu ve dualar 
ettiğini açıklamaktadır. Seyyah İbni Fadlan da Oğuzlardaki bazı kurban merasimlerinden ve bunları 
yöneten ihtiyarlardan söz etmektedir. Ona göre Oğuzlar bu ihtiyar Şamanların sözlerini dinlerler ve 
ona uygun hareketler yaparlardı (Ocak,1983:34). Şaman inanışına göre evren üç bölümden 
oluşmaktadır: 
 a) Gök: Aydınlık olandır. Orada iyilik, güzellik ve mutluluk vardır. Tam anlamıyla bir cennet 
demektir. 17 kattan oluşmaktadır. En büyük Tanrı/ruh olan Ülgen, eşi ve çocukları ile kendisine bağlı 
iyi ruhlar orada oturur. 
b) Yeryüzü: İnsanların yaşadıkları yerdir. 
c) Yeraltı: Karanlık olandır. 14 kattır. Kötülüklerin, bahtsızlıkların, çirkinliklerin hüküm 
sürdüğü yerdir. Bu nedenle cehennem demektir. Korkunç bir tanrı/ruh olan Erlik, ailesi ve ona bağlı 
kötü ruhlar yeraltında bulunurlar (Turan, 1994:103). 
Türk doğacılığının sembolü, Şamanizm’dir. Ziya Gökalp Şamanizm’i, eski Türklerin dini 

değil, sihre ilişkin sistemleri olarak kabul etmiştir. Bu nedenle de Türkler arasındaki Şamanizm’i 

“Toyunizm” olarak adlandırmıştır. Oysaki Toyunizm, Budizm’dir. A.İnan ise, Türk Şamanizm’inin 
başka toplumlarda görülen Şamanizm’den farklı ve gelişmiş olduğunu belirtmektedir (Tezcan, 
1996:118). 
Şaman sözcüğü, Mançu-Tunguz dilinden gelmektedir. Tunguzca şaman, saman; Mançu 
dilinde sama’dır. Türk kavimlerinde ise, şaman sözcüğü “kam” sözcüğüne karşılık gelmekteydi. 
Şamanizm, trans durumuna geçebilme yeteneğindeki kimselerin, doğaüstü varlıklarla ilişki kurarak 
onların güçlerine sahip olmalarından bu güçleri toplum adına kullanmalarından ve bu amaçla yapılan 
dinsel-büyüsel pratik ve törenlerden ibarettir (Örnek, 1988:48). 
Genellikle bir insanın şaman olup olamayacağı çocukluğunda bazı ruhsal belirtilerle ortaya 
çıkar. Nioradze, bu belirtileri şu şekilde açıklamaktadır; cin, peri, dev görme, sık sık gerçekleşen baş 
dönmeleri, bayılmalar ve gelecekten haber verme yeteneği. Ayrıca, bu insanlar, yemeden içmeden 
kesilirler, insanlar arasına katılmazlar, sinirlidirler, evlerinden kaçıp ormanlara gider, karlar üzerinde 
yatarlar ve yalnız kaldıklarında cinlerle, perilerle konuşurlar (Nioradze, 1954:54, Akt, Örnek, 
1988:49). 
Eliade’ e göre bir insan, kalıtım yoluyla olabileceği gibi kendi isteği ile de şaman olabilir. 
Bunun için de uzman olan bir şamandan uzun süre eğitim alması gereklidir (Eliade, 1987, 202,). 
Örnek ise, Şamanlığın babadan oğula geçtiği durumlarda genç şamanın bilgili ve uzman bir şamandan 
mesleğinin teori ve pratiği hakkında dersler alarak bu mesleğin sırlarını, transa geçme tekniklerini, 
duaları, ilahileri ve büyüsel formülleri öğrendiğini belirtmiştir (Örnek, 1988:53). 
 Eğitim-öğretim süresi ortalama üç, dört yıldır. Bazen bu sürenin beş-on yılı bulduğu da olur. 
Eğitim sonunda adayın şaman oluşu çoğu zaman bir törenle kutlanır. Bu törenin en önemli iki aracı, 
“şaman giysisi” ve “şaman davulu” dur. Özellikle Kuzey Asya’ da şaman giysisinin özel bir görevi 
vardır. Bu giysi bir kült aracı gibi kullanılmaktadır. Örneğin bir şamanın giysisi üzerinde kuş resminin 
bulunması, şamanın bu kuş resmi yardımıyla öte dünyaya uçabileceği şeklinde yorumlanmaktadır. 
Şaman giysisi diğer kültler gibi kutsaldır. Bu nedenle de herkesin görebileceği ve dokunabileceği 
yerlere konulmaz. Özellikle kadınların ve küçük çocukların dokunmasının onların güçlerini 
azaltacağına inanılmaktadır (Örnek, 1988: 64-66). 
Bir diğer araç olan davul ise genellikle tahta bir kasnağa deri geçirilerek yapılmaktadır. Bu 
davula, doğaüstü kudretlerin, cinlerin bulundukları ve eğleştikleri bir araç olarak bakılmaktadır. Bazı 
bölgelerde davulun, şaman tarafından bir binek hayvanı gibi gökyüzüne ya da yeraltına yaptığı 
yolculuklarda kullanıldığına inanılmaktadır. Davulların üzerindeki ağaç motifleri, “dünya ağacı”nı 
sembolize etmekte, merdiven resmi gökyüzüne çıkmayı kolaylaştırmakta, atlar uzun mesafeleri almak 
için kullanılmakta ve eciş bücüş cinler ise çeşitli işler görmektedir (Örnek, 1988:66-67). 
Uraz, Şamanların tören sırasında başlarına at kuyruğu, yüzlerine maske taktıklarını, 
elbiselerinde ise ziller ve çıngırakların bulunduğunu eklemektedir (Uraz, 1994:207). 
Boyle, Şamanların; sihirbazlık yapan, hastaları iyileştiren, gaipten ve gelecekten haber veren, 
ruhları bedenlerini terk edip tekrar dönen, at üstünde göğe yükselip Tanrıyla konuşan, doğa güçlerini 
istediği gibi yönlendiren, ateşin yakıcılığından etkilenmeyen, ölmüş hayvanları kemiklerinden tekrar 
dirilten, kadın-erkek müşterek ayinler yapan ve tahta kılıçla savaşan insanlar olduklarını vurgulamıştır 
(Boyle, 1974, Akt:Ocak, 1983:95-96). 
Günümüzde, Anadolu halk oyunları ile Orta Asya arasında bağ kuran birçok araştırmacı, daha 
çok “davul” ögesi üzerinde durmuşlardır. Gerçekten de davul vuruşlarının ritm ve tartımının oyuncular 
arasında sağladığı uyum, davul sesinin yumuşak aynı zamanda coşku verici oluşu göz önünde 
tutulursa, bu aletin niçin toplu eylemlerin asal ögesi olduğu konusunda ipuçları verebilir. Bugün 
ülkemizde hala, düğün, asker uğurlama, futbol maçları gibi, insanların grupça ortak ve uyumlu 
devinimlerde bulunmaları, coşmaları ve ses getirmeleri gerekli durumlarda da temel araç olarak 
“davul” kullanılmaktadır. 
Şamanizm’e ait motiflerin birçoğuna eski Türk topluluklarında da rastlanmaktadır. Örneğin, 
Menakıbu’l Kudsiye’ de Baba İlyas’ın ileri gelen halifelerinden Hacı Mihman’ın hangi hastaya nefesi 
ererse mutlaka iyileştirdiği ve bu kerametin şeyhi tarafından kendisine verildiği anlatılmıştır. 

Vilayetname-i Otman Baba’da ise, Otman Baba’nın misafir olduğu Musa Beğ adındaki kimsenin

tekkesinde, civardaki hastaları yanına çağırdığı ve onları iyileştirdiği hikaye olunmuştur (Ocak, 
1983:100). Diğer taraftan, “gelecekten haber verme motifi”ne örnek olarak, Hacı Bektaş’ın kendini 
Sulucakaraöyük’ ten Kırşehir Valisi Nuruddin Caca’ya makamından azledileceğini ve işkence 
göreceğini bildirmesi ve söylediklerinin aynen çıkmasını verebiliriz. “Ruhun bedeni geçici olarak terk 
etmesi (transmigration) motifi” hakkında ise iki ünlü menkıbe vardır. Bunlardan ilkine göre, Baba 
İlyas’ın oğullarından Yahya Paşa, istediği zaman “bir sipahinin atını koyup gitmesi gibi” bedenini terk 
edip bir süre sonra tekrar dönerdi. Otman Baba ise, zaman zaman tekbir getirip namaza başladığı an, 
cisminden çıkıp gider, bir süre sonra tekrar cismine girerek rüku ve secde yapardı. “Göğe yükselip 
tanrı ile konuşma motifi” ile de sık sık karşılaşmaktayız. Örneğin, Âşık Paşa’nın kerametlerini anlatan 
bir menkıbede, tıpkı Hz. Muhammed’in miracı gibi, Allah katına çıkarak onunla bizzat görüştüğü ve 
gizli alemleri baştan başa seyrettiği anlatılmaktadır (Ocak, 1983:100-113). 
Şamanizm inancının içeriği ve sergilediği doktrine göre; bir din olarak kabul görmezse de din 
kadar etkili olmuş ve uzun yıllar Türklerin yaşamlarında ve hayatlarında büyük rol oynamıştır. 
Özellikle Altaylı Türkler uzun yıllar etkisinde kalmıştır. Animizm’in ve natürizm’in kaynaklarından 
oluşan bir zemin üzerinde tutunarak hızla yayılan Şamanizm’de, bu inancı yayan ve uygulayan kişilere 
Şaman denilmektedir. Şamanlara göre; insanlarda kendileri için heybetli ve korkutucu olan kötü, 
iyilik eden iyi ruhlar bulunur. İnsanlar ölüp dünyadan ayrıldıktan sonra, o ölen kişilerin ruhları 
insanlar arasında dolaşır. Onlara musallat olarak, zaman zaman zarar verirler. Şamanlar zararlı olan 
ruhları kovmak amacıyla törenler düzenleyip dualar okur. 
Toplum arasında büyük güç olan hatta yayıldığı yerlerde devletin kaderini değiştirebilen 
Şamanizm inancında olan Türklerde diğer aynı inançta olan millet ve toplumlarda olduğu gibi 
Şamanların tanrılarla konuştuğuna, ruhlarla konuşup onların yardımıyla yol göstericilik yaparak akıl 
öğrettiğine, hekimlik yaparak hastalara musallat olan kötü ruhları kovmak için telkin yolu ve yaptığı 
çeşitli bitkisel ilaçlarla şifa aradığı görülür. Daha da ilginci başına at kuyruğu, yüzlerine maske 
geçirip, ziller ve çıngıraklar takılı özel giysileriyle bağırır, oynar ve davul çalarak dua edip çeşitli 
hareketler yapar. Şamanizm’de Şamanlara göre insanların biri kendilerinde diğeri de ayrı ama 
birbirinin aynısı olan iki ruhu vardır. Bu eş ruh bir hayvan halinde de olabilir ki buna da “Yekil ” 
denilmektedir. Şamanizm’de birden fazla tanrı vardır ve bu tanrıların görev ve yetkileri birbirinden 
ayrıdır. Şamanizm’de beş kutsal unsur vardır. Bunlar; demir, toprak, ateş, su ve ağaçtır. Yine 
Şamanlara göre gökler on yedi kat olup bu mekan; aydınlıklar içerisinde cennetler alemi olup burada 
tanrılar ikamet ekmektedir. Yeraltı ise dokuz tabakaya ayrılır ve orada karanlıklar diyarı ve 
cehennemler bölgesidir. Ölen günahsız bir kişinin ruhunu göklerdeki cennetlere hakim olan iyilik 
tanrısı Ülgen’e götüren Yayuci ile günahkarları yer altında oturan kötülük tanrısı Erlik Han’a 
götüren “Körmös” ler vardır. İlk Uygur hanları Kül Bilge ve Moyun Çur birer Şamanist’tir. 763 
yılında Böğü Hanın Şamanlığı bırakıp Mani dinine girmesi ile Uygurlar da dinlerini değiştirdi. 
4. Budizm 
M.Ö. VI. yüzyılda Hindistan'da ortaya çıkan Budizm, Hindistan'ın dışında M.Ö. III. yüzyılda 
yayılmaya başlamış; Orta Asya'ya, Çin'e, 372'den sonra Kore'ye uzanmış; Tibet'e yerleşmesi ancak 
VIII. yüzyılda olmuştur. Batı Türkistan'da Budizm, Sasanilerin desteklediği Zerdüştîlik ve Mani dini 
karşısında pek tutunamamış; Doğu Türkistan'ın yerleşik çevrelerinde kendine daha uygun muhitler 
elde etmiş; Budist külliyeler Çin'e doğru uzanan kervan yolları boyunca dikilerek, faaliyetlerini 
asırlarca sürdürmüşlerdir. Güneye doğru uzanan kervan yolu üzerinde Hotan ve Miran; kuzeye giden 
yol boyunca ise Tumşuk ve Kuça şehirlerinde, III-IV. yüzyıllardan itibaren kurulmaya başlayan, 
"Vihara" (Türkçe "Vihar") denilen Budist manastırlarında "Toyin" denilen Budist rahipler, bu dinin 
propagandalarını yapmışlardır (Esin,1978:59). Budizm Karluklar arasında yayılmıştır. 
Türklerin girdiği yabancı dinler arasında onları en çok etkileyen inanç sistemlerinden birisi 
Hindistan kökenli Budizm'dir. En belirgin özelliği, tapılacak üstün bir varlığa yer vermemesi olan 
Budizm, her şeyin serbestçe incelenmesi, denenmesi esasına dayanan bir öğreti veya felsefe 
niteliğindedir (Turan,1994:104). Temel inancı olan tenasüh (ruh göçü) gereğince canlılar 
Nirvanaya (ebedi mutluluk) ulaşıncaya kadar öldükten sonra değişik kalıplarda birçok kez yeniden 

dünyaya gelirler (Ocak, 2000:66).

Budizm, yaklaşık 2500 yıl önce, bugün Buda olarak bilinen, Prens Siddhata Gotama’nın 35 
yaşında bir uyanma ve aydınlanma yaşaması ile doğmuştur. Gotama, Kuzey Hindistan’da kraliyet 
ailesinin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Fakat zamanla, varlık ve lüksün mutluluğun garantisi 
olmadığını anlamıştır. Her şeyi bırakıp uzunca bir süre ormanda yaşamıştır. Altı yıl boyunca 
meditaston ve insan mutluluğu üzerine çalıştıktan sonra aydınlanmıştır. Daha sonra 80 yaşına kadar 
Budizm’in ilkelerini öğreterek yaşamını sürdürmüştür. Birçok insana göre Budizm, dinin ötesinde bir 
“felsefe” ve “yaşama biçimi”dir. Bir felsefedir çünkü, sevgi ve umut anlamları taşır. Budizm, bir 
taraftan ahlaki yaşama rehberlik ederken bir yandan da, insanın eylem ve düşüncelerinin farkında 
olmasını ve gerçek mutluluğa ulaşmasını sağlamaktadır (White, 1993:22). 
Gotama 10 yıl babasının sarayında kaldıktan sonra 29 yaşında, evli ve bir çocuk babasıyken 
sarayı terk ederek bir mağaraya çekilir ve kendisinin kurduğu Budizm dininin esasları üzerinde çalışır. 
Buda ilk yıllarda çok tepki almasına rağmen daha sonra kurduğu din, ilgi çeker ve kısa zamanda hızla 
yayılır. M.Ö 480 yılında seksen yaşında ölen ve elli yıl bu dini yaymak için çalışan Buda’ya 
Sakyamoni de derler. Halk arasında yaygın olan Brahma dini yersiz ve zararlı bir dindir. Bu din 
ızdırap verip, felaket getirdiğini ve ıstırap ve felaketlerden kurtulanı ancak geçici ve fani olan dünya 
işlerinden el çekmek, dünya varlığına iltifat etmek, zevklerden kaçınmak, arzularını öldürmek ve 
doğru olmakla mümkün olacaktır. İnsanlar böyle hareket edip; hiç bir cana kıymazsa, kimseye fenalık 
etmezse, malını almaz, yalan söylemezse, kutsal alemi temsil eden ve sükun ve huzur alemi olan 
(Nirvana’ya) ulaşabilirler ki Nirvana bütün arzuları yok etmek içindir. 
Türklere özgü bir Şamanlığın yaygın olduğu dönemde Göktürk Kağanı To-Po Han’ın 
Budizm’i kabul etmesinin, bu dinin Türkler arasında da yayılmasına neden olmuştur (Turan, 
1994:103). 
Budistler Buda’nın vaazlarının Pali-Kanon adlı bir kitapta toplandığına ve 400 yıl kadar sözlü 
olarak kuşaktan kuşağa aktarıldığına inanırlar. Budizm’in kutsal kitabı üç sepet anlamına gelen 
“Tripitaka veya Tipitaka’dır”. Bu kitaplarda rahip ve rahibelerle ilgili kurallar, ayin usulleri, beslenme, 
giyinme, Buda’nın hayatı, konuşmaları, vaazların yorumu, Budizm felsefesi vb. ayrıntılı bir şekilde 
anlatılır. 
Buda’nın öğretisinin başlıca özelliği; Buda’nın aydınlanma sonucu bulmuş olduğu gerçekleri 
birer dogma olarak sunacak yerde aydınlanma yöntemini öğretmeyi ve böylelikle yöntemi öğrenen 
kimselerin kendi çabalarıyla bu gerçekleri kendilerinin bulup yaşantısal deneyimle doğrulamalarını 
öngörmesi, Budalık yolunu herkese açık tutmasıdır. Buda’nın yaşadığı dönemde Budizm bir din, Buda 
da bir peygamber değildi. 
Nirvana, Batı’da genelde anlaşıldığı gibi ölümden sonra değil, burada ve şu anda 
gerçekleştirilebilecek bir ruhsal durumdur. İstek ve tutkuların yok olması, ıstırabın etkili olmayacağı 
bir iç barışa, iç suskunluğa, aşkın bir mutluluğa erişmektir. Nirvana’ya erişme isteği de dahil olmak 
üzere tüm istek ve tutkular bırakılmadan, olanla, gelenle yetinmekten gelen iyimser bir yetingenlik 
kazanılmadan Nirvana gerçekleştirilemez. Nirvana’yı gerçekleştiren kimse bir yandan da günlük 
yaşamını normal haliyle sürdürür. 
Nirvana’ya erişen kimselerin tek farkı, bu zorunlulukların dışında kalmayı başarabilmesidir. 
Eylemlerinde beğenilmek, beğenilmemek gibi bir güdü etkin olmuyor, yaptığı işlerden alkış 
beklemiyor, başarı ya da kazanç onu fazla sevindirmediği gibi başarısızlık ya da yitim de fazla 
üzmüyor. Kuşkusuz acı da çekiyor ama bunlara bilgece katlanmasını, olayların doğal akımına boyun 
eğmesini de biliyor. Beni aşınca bütünle bütünleşiyor. Yarının getireceklerine kaygısız, ben’in 
doyumsuzluğundan gelen bütün sorunlara sırtını çevirmiş, şu yaşam nasıl yaşanmalıysa öyle yaşamaya 
başlıyor. Özgürlük, coşku, aşkın mutluluk içinde, akıp gitmekte olan yaşam ırmağı içindeki yerinin 
bilincine erişiyor. Gerçeğin sözcüklerle kavramlarla değil; ancak yaşantıyla kavranabileceğini savunan 
Budizm sözcüklere, kavramlara tutsak olmak yerine onları tam olarak denetim altına almak istiyor. 
Budistlere göre; Mazdaizm’de olduğu gibi ölen insanın cesedi pistir.Toprak kutsal kabul 
edildiği için ölen kişinin cesedi ya nehre atılır ya vahşi hayvanlara verilir veya yakılarak ölenin 
teninin toprağa değerek toprağı kirletmesi önlenir. Hint ve Çinliler de bir Buda’nın yakılan 
cesedinin külleri yedi memlekete dağıtılırken, Türkler Budizm’i farklı olarak kabul etmişler ve 

bilhassa insan ölüsü ve gömülmemesi ile ilgili inançları benimsememişlerdir

5. Zerdüştîlik 
Zerdüşt (M.Ö. 628-551) tarafından kurulmuş olan Zerdüştlük İran'ın millî dini olmuştur. Bu 
dinin kültürel geçiş alanı üzerinde bulunan Türk ülkelerinde etkili olduğunu söylemek mümkündür 
(Barthold, 1981: 233). 
Türkistan'da yayılmış olan Zerdüştîlik, Orta Asya Türk kültür ve sanatı üzerinde de etkili oldu. 
Göktürkler kendi tanrılarını İran resim geleneğine göre resmetmekteydiler (Ögel,1984:234). Çin 
motifi olan cennet kuşu, Zerdüştîliğe geçti ve onun en önemli sembollerinden biri oldu. Horoz ve 
cennet kuşu, ateş ve güneşin sembolüdür (Ögel,1984:192). Zerdüştîlikteki ateş kültü, İran kültüründe 
tapınma objesidir. Halbuki Türklerde ateş, temizleme aracıdır. Horasan ve Maveraünnehir yöresi 
dışında Hazar kıyılarında da Zerdüştîliğe giren Türkler bulunmaktaydı (Barthold,1975:54). 
6. Manihaizm 
Mani dini, Mani (216-277) tarafından kurulmuş evrensel karakterli bir dindir. Hıristiyanlık 
başta olmak üzere; Mazdaizm, Budizm ve Mezopotamya dinlerinden birçok unsurları içine almakta, 
bu açıdan da senkretik bir karakter taşımaktadır. Mani dini, iki prensip; iyi-kötü, karanlık-aydınlık, 
nur-zulmet üzerine kurulmuş olup, buna göre yaşadığımız dünya iyi ve kötü unsurların birleşmesinden 
meydana gelmiştir. İnsanın ruhu iyiliği, cesedi ise kötülüğü temsil etmektedir. Mani dininin yayılışı, 
Soğdlu tüccarlarla olmuştur. Mani dini Uygurlar vasıtasıyla Çin'den Yukarı Asya'ya geri dönmüştür. 
Bögü Kağan'ın yardımıyla 763'ten itibaren Uygurların resmi dini Maniheizm oldu (Güngör, 2002, 
C.3:272). 
Hindistan ve Çin'le olduğu gibi Orta Asya'nın çok eskilerinden beri İran'la da münasebeti 
olması nedeniyle Türkler, bu kültürün dinlerinden de etkilenmişlerdir. Türkler arasında geniş bir 
taraftar kitlesi elde eden bu İran dinleri Zerdüştîlik, Mazdeizm ile Orta Doğu'nun çeşitli eski 
inançlarından, kısmen de Uzak Doğu dinlerinden oluşan Zerdüştîliğe tepki olarak ortaya çıkan 
Maniheizm’dir (Ocak,2000:66). 
Göktürklerin Budizm’i kabul etmelerinden yaklaşık iki yüzyıl sonra, 763’te Uygur Kağanı 
Bögü’nün (760-780) Mani dinine girmesi üzerine bu din Türkler arasında yayılmaya başlamıştır. 
Yayıcısından ötürü Manihaizm adını alan bu dinde, maddeyi ve ruhu esas alan bir ikilik 
öngörülmüştür. Ana düşüncesi iyilik ve kötülük arasındaki zıtlıktır. İyilik aynı zamanda ışık ve ruh; 
kötülük de karanlık ve beden demektir. Evren iyilik ve kötülüğün, insan ise ruh ve bedenin karışımıdır. 
İnsanlar, “aşk, inanç, yetkinlik, sabır ve hikmet” gibi beş erdem ile kötülüğe karşı durabilirlerdi. Işık 
gönderen güneş ve aya dua etmek ve oruç tutmak da yapılan ibadetler arasında idi (Turan, 1994:105). 
Türkler ve Semavi Dinler 
Türkler İslâmiyet’i kabul etmeden önce Orta Asya'daki tarihleri boyunca, Çin ve İran 
olmak üzere iki büyük kültür dairesinin etkisi altında kalmışlar, dolaylı da olsa Hindistan 
kültüründen etkilenmişler ve belirli çevrelerle sınırlı olmasına rağmen Yahudi ve Hristiyan kültürü 
ile ilişkide bulunmuşlardır. Türkler Orta Asya'daki kendi kültürleri özünde varlığını korumuş, 
ancak belirli ölçüde işaret edilen etkilerle beslenmiştir. Başta Oğuzlar olmak üzere X. yüzyılda 
kitleler halinde İslâm dinini kabul etmeye başlayan çeşitli Türk zümreleri, bu yeni ve tamamen 
farklı içerikteki dinin kültür çevresine dahil olmuşlardır. Yalnız Türkler İslâm kültürünü, kendi öz 
kültürleriyle yoğrulmuş İran ve Çin kültürünün etkilerini almış olarak benimsemişlerdir (Ocak, 
2000:84). 
Türkler, yukarıda değindiğimiz bu inanç sistemlerinin yanında semavî dinlerin de etkisi 
altında kalmıştır. Bu dinlerden Yahudiliği kabul eden tek Türk halkı Hazarlardır. Yahudiliği 
benimseyen Hazarların bir kısmı eski Şamanizm’i korumuş, çok az bir kısmı da Hristiyanlığı 
seçmiştir. Orta Asya Türkleri, daha Göktürkler döneminde Hristiyanlık ile tanışmışlardır. Türkler, 
değişik etkenlerle çevrelerinde karşılaştıkları dinlerden bir çoğuna girdikleri halde bunlar arasında en 
sürekli olanı ve ulusal kültürü en çok etkileyeni İslâmiyet olmuştur (Turan,1994:105). 

1. Musevilik

Hazarlar, 740 tarihinde Musevîliği kabul etmişlerdir. Musevîlik Hazarların arasında, hakan ve 
çevresi veya en çok yönetici ve aristokrat zümreyle sınırlı kalmıştır. Musevîlik, Türklerin arasında 
sadece Hazarlarla sınırlı kalmamış; Hazar ve Karayların yanı sıra Kaliz, Kabar, Kıpçak gibi bir kısım 
Türk boylarından da Musevî dinine girenler olmuştur (Kuzgun,1993:194). 
Musevîliğe geçen Hazarlar, başka dinlere geçen bir çok Türklerde örneklerine rastladığımız 
gibi, İbranî yazısını kullandılar. Ancak Türkçe’yi muhafaza ettiler. Azerbaycan'daki Musevî 
kolonilerinin tarihi VII-X. yüzyıllara uzanmaktadır. Azerbaycan'da "Dağ Yahudileri" adı altında 
bilinen bu Karailerin tarihi de muhtemelen Hazar İmparatorluğu'na bağlanmaktadır (Güngör, 2002, 
C3: 279). 
İlk önce Şamanizm’e mensup olan Hazarlar Bizans İmparatorluğu, baskılara uğrayan 
Yahudilerin gelmesiyle 8. yüzyılda Yahudiliği tanımışlardır. Bununla birlikte Hazar Devleti, 
Yahudiliği sonuna kadar resmi bir din olarak korumuştur. Öyle ki, bir rivayete göre, Müslüman 
devletlerin bir havrayı yıktırdığını duyan Hazar hükümdarı 922 tarihinde İtil şehrindeki bir minareyi 
yıktırmıştır (Togan:158; Akt. Ocak, 1983:61). 
2. Hristiyanlık 
Türklerin, dinî tarihlerinin belli bir döneminden itibaren temas ettikleri evrensel ve büyük 
dinlerden biri de Hıristiyanlıktır. Türklerin Hristiyanlıkla teması çok eskilere uzanmaktadır. Barthold, 
Maniheizm’in kesinlikle Orta Asya'da Hristiyanlıktan önce yayılmaya başladığını ve bunun M.S. III. 
yüzyıl ile tarihlenebileceğini düşünmektedir. Hristiyanlığın Orta Asya'daki varlığı ile ilgili bilgiler ise 
IV. yüzyıldan daha gerilere gitmemektedir (Barthold, 1975:19). 
Türklerin Hristiyanlıkla olan temasları daha çok doğu kiliseleri ile olmuştur. Bu çerçevede 
Ortodoksluk birinci sırayı almaktadır. Bununla birlikte, Orta Asya söz konusu olduğunda, Bizans 
kilisesi değil de, Sasaniler döneminde onun yakın takibine uğrayan Nesturîler, önce İran'a sığınmış; 
daha sonra Türklerin arasına girmiştir (Güngör, 2002, C.3: 275). 
Nesturîliğin İran'a geçişi ve diğer ülkelere yayılışı gibi, Orta Asya'ya girişi de büyük oranda 
ticaret yollarıyla olmuştur. Ön Asya'dan başlayarak, Maveraünnehir'in Baykent, Buhara ve Semerkant 
gibi belli başlı büyük şehirlerinden geçen milletler arası İpek Yolu, bir taraftan ekonomik gelişmeyi 
sağlarken, diğer taraftan birçok din ve kültürleri beraberinde getirmiş, bölgedeki Türklerin bu manevi 
unsurlarla temas etmelerine sebep olmuştur (Togan, 1981, C.1 : 94). 
Maveraünnehr'e giren Hıristiyanlık, Zerdüştîlikle Budizm arasında yıllarca sürüp giden 
mücadelelerden de yararlanarak hızlı bir şekilde yayılmış ve kısa zamanda çevrede hakim bir din 
haline gelmiştir. Nesturîlik Karluklar, Kırgızlar, Uygurlar, Naymanlar, Kereitler ve Kumanların 
arasına da nüfuz etmeyi başarmıştır. 
Nesturi Hıristiyanlar, Orta Asya'da Süryanîceden başka, Uygur Türkçe’sini de kullanmış 
özellikle kitaplarını Süryanî alfabesi ile Uygurca yazmış, Süryaniceden bir çok kitabı da Türkçe’ye 
çevirmişlerdir. Ayrıca Farsça’yı da kullanmışlardır. Mezar taşlarında kullanılan tarihlerde, On İki 
Hayvanlı Türk Takvimi'ni kullanmışlardır (İnan, 1991.C.2:312). 
Ortodoksluk ve diğer Hıristiyan mezhepleri, Doğu Avrupa'da Balkanlar'da, Anadolu'da, 
Rusya'da ve Sibirya'da Türklerin arasına nüfuz etmeyi ve hatta kalıcı cemaatler oluşturmayı başardılar. 
Hıristiyanlık Balkanlar'a erken dönemlerden itibaren ulaşmış ve IV. yüzyılda Trakya'da önemli bir 
yayılma göstermişti. Batıya yönelen Peçenekler, Kıpçaklar ve Uzlar geleneksel Türk dininden sonra 
Zerdüştîlik, Mani dini ve İslâmiyet’le temas edip, XI. yüzyılın başlarından itibaren Hıristiyan 
propagandasına maruz kaldılar. 
Balkanlarda ve Anadolu'da Gagavuzlar, Karamanlılar, Ortodoks Hıristiyan’dır. Bu topluluklar 
dilleri Türkçe’yi muhafaza etmeyi başarmışlardır. Karamanlılar 1923’te imzalanan "Türk ve Rum 
ahalinin mübadelesine dair mukavele ve buna bağlı protokol" gereği Yunanistan'a göç etmek zorunda 
kalmışlardır. Onlardan günümüze Grek alfabesi ile Türkçe yazılmış binlerce kitap, kitabe ve mezar 

taşları ulaşmıştır (Güngör,2002,C.3:278). 

Çuvaşlar, XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Ortodoks Hıristiyanlığa girdiler. Hakaslar Katolik 
Ortodoks’tur. Yakutlar Hıristiyan’dır. Irak'ta, özellikle Kerkük'te, Müslüman Türkmenlerin yanı sıra 
bir Katolik Türkmen cemâati de mevcuttur. Türkçe konuşan, ibadetlerini Türkçe yapan ve ilahîlerini 
Türkçe söyleyen bu Türkmen Katolik cemaatin nüfusu, otuz bin civarındadır (Hacaloğlu, 1995:150). 
Türklerin, Hıristiyanlığın etkisi altına girmelerinin en büyük nedeni, o dönemde Bizans 
İmparatorluğu ile sıkı bir ticaret ilişkisine sahip olmalarıdır. Genel olarak Hıristiyan olan Türkleri üç 
grupta toplamak mümkündür, 
a) Kişi ya da küçük gruplar halinde Hıristiyanlığa geçen Türkler, 
b) Din ile birlikte kültürlerini de kökünden değiştirenler, 
c) Hıristiyan olmakla birlikte dil ve kültürlerinin birçok özelliklerini koruyanlar (Turan, 
1994: 106). 






B) İSLAMİYET ÖNCESİ İNANÇ SİSTEMLERİNE BAĞLI KÜLTLER 
1. Put-Fetişler (Totemler, Tözler-Ongunlar) 
İçinde büyüsel gücün ya da cinin bulunduğuna inanılan taş, boynuz, pençe, post, deri, bez 
parçası, figür vb. gibi objelerden yararlanmak amacıyla yapılan çeşitli pratiklere “fetişizm” , söz 
konusu objelere de “fetiş” denir. Sözcüğün kökeni Portekizce “feitiço” dan gelmektedir ve büyü, 
yapma şey, etkileyici güç anlamlarını taşımaktadır (Örnek, 1988:46). 
 Batı Afrika’nın dışında, en çok Kuzey Asya’ da görülen bu inanca göre bazı fetişler, 
hastaların iyileşmesine yardım ederlerken bazıları da kötülük getirirler. En ünlü fetişler çivili 
fetişlerdir. Farklı malzemelerden yapılan bir figürün her yanına çivi çakılır. Fetişlerin üzerine çivi 
çakılması farklı biçimlerde yorumlanmaktadır. Hastanın neresi ağrıyorsa fetişin orasına çivi çakarak 
benzeşmeye dayalı analoji büyüsü uygulama, fetişin içindeki cine ondan istenileni hatırlatma, fetişi 
güzelleştirme gibi (Örnek, 1988:46). Uraz, nazar değmesin diye taşların takılmasını, evlere diken ve 
sarımsak asılmasını, başa kurşun dökülmesini, siyah tavuk kanı ile muska yazılması, deve sidiği 
içirilerek büyü yapılması vb. olayları fetişizmin biraz değişikliğe uğramış pratikleri olarak 
yorumlamaktadır (Uraz, 1994:205). 
Türklerde her boyun bir kutsal hayvanı olduğu ve buna “ongun-töz” denildiği bilinmektedir. 
Oğuz’un oğullarından her birinin kendisine bağlı Türk boylarınca birer ongunu olduğu kaynaklarca da 
kabul edilmektedir. Bu boyların ongunları avcı kuşlardır. Yalnızca Bağ Han’ın ongunu üç kuş ile 
gösterilmektedir. Ongun sayılan hayvanlara büyük saygı gösterilmekte, eti yenilmemekte, ok 
atılmamakta ve incitilmemektedir. Moğollar ve bir kısım Türklerin, keçeden tanrı resimleri yaptıkları 
bunlara ongun dedikleri, bu resimleri evlerinin duvarına astıkları, önlerinde ibadet ettikleri ve 
ağızlarına yemeklerinin ilk lokmasını koydukları dikkat çekicidir. Uraz, totem ile ongun arasındaki 
farkın, boyların totemlerinin adını aldığı ve o boy içinde birbirleriyle evlenmediklerini, ongun için bu 
şartın olmadığı biçiminde özetlemektedir (Uraz, 1994:203). 
Ongon ya da töz veya tösler Türklerde genellikle tavşan, ayı, kartal, sincap vd. gibi zoomorf 
şekiller altında tasavvur edilmiş olup, "tilik", "kozan", "aba", "bürküt", "tiyin" gibi isimlerle anılırdı. 
Türklerde, yıldızlarla ilgili tasavvurlara bağlı olarak, hayvanlarla temsil edilmeleri suretiyle, 12 
Hayvanlı Türk Takvimi oluşmuştur. Bu hayvanlar sıçan (fare), ud (inek), pars, tavuşgan (tavşan), it 

(köpek) ve tonguz (domuz)dur (Turan,1994:25)

Türklerde atalar kültü problemi bizi tözler konusunda menşe efsanesine götürmektedir. 
Gumilev, Türklerde atalar kültünün en büyük delili olarak Bozkurta duyulan saygıyı göstermekte; 
hattâ bütün Türk hükümdarlarının kendilerini Asine=Asena soyuna bağlamak istemelerini bunun en 
büyük delili olarak görmektedir (Gumilev,1999:122). Göktürkler, kurt menşe efsanesine bağlı olarak, 
büyük dinî törenlerini, demircilikte uğraştıkları Altay dağlarının bir vadisinde, beylerin ve asillerin 
katılımıyla yapılıyorlardı. 
Atalar kültü ile ilgili olarak, Türklerde ataların tasvirlerinin yapılıp saklandığına dair kayıtlar 
vardır. Gerçekten de, Orta Asya Türkleri arasında görülen ve bazıları keçeden, paçavradan, kayın 
ağacı kabuğundan, bazıları da hayvan derilerinden yapılan sembollere Altaylılar “töz” Yakutlar 
“tangara” diyorlardı. Bunlar duvarlara asılır veya torbalarda saklanır, önemli bir yolculuğa veya ava 
çıkılırken üzerlerine saçı saçılır, ağızlarına yağ sürülürdü. Moğolların “ongon” adını verdikleri tös 
veya töz kelimesi anlam itibariyle “asıl, menşe, kök” demek olup, Uygur ve Hakaniye lehçelerinde de 
kelime aynı anlamı ifade etmektedir. Bu sembollere tös veya töz denmesi ise, onların ataların ruhunun 
hatırası olarak yapıldığını göstermektedir. Altaylı Türklerin bunlar hakkında “bu babamın tözü”, “şu 
anamın tözü”, gibi ifadelere yer verdikleri bilinmektedir. Ayrıca büyük ve ünlü kamların ruhlarına 
izafe edilen tözler de vardır (Güngör, 2002, C.3: 264). 
Çin kaynakları, tözleri Göktürklerdeki “tanrıların tasvirleri” şeklinde bildirmekte, bazı 
araştırmacılar tözlerin put-fetişler olduklarını bildirir. 13. yüzyılda Budist Uygurların tapınağında 
rastlanan tözler Uygurların onları tanrılarının tasvirleri olarak değil; fakat ölen yakınlarını temsilen ve 
onların anısına yaptıklarını ve tapınaklarda sakladıklarını göstermektedir. Ebu’l-Gazî Bahadır Han’ın, 
tözlerle ilgili olarak, “Bir kimsenin yakını öldüğünde onun suretini (kugurcak) yapar ve evinde 
saklardı.” şeklindeki ifadesi de tözlerin ölen yakınları veya ataları temsil ettiğini göstermektedir 
(Güngör, 2002, C.3: 264). 
2. Kült 
Kült, yüce ve kutsal olarak bilinen varlıklara karşı gösterilen saygı ve onlara tapınma anlamına 
gelmektedir. Bu saygı ve tapınış, duayı, kurbanı, dinsel tören olan belli ritleri gerektirmektedir. 
Tapınaklar, toplantı evleri, kutsal olarak bilinen alanlar, tepeler, mağaralar ve nehirler kült olarak 
kullanılmıştır. Kültü uygulayan, topluluğu yöneten bir başkan vardır. Kültün uygulandığı bayram ve 
tören için belli zamanlar seçilmekte, kült araçları bulundurulmaktadır (Tezcan, 1996: 120). 
Bir başka görüşe göre, bir kültün varlığından söz edebilmek için şu üç şartın varlığı 
gereklidir; 
 a. Külte konu olabilecek bir nesne ve kişinin varlığı, 
 b. Bu nesne ya da şahıstan insana zarar gelebileceğine ilişin inancın varlığı, 
c. Bu inancın sonucu olarak faydayı sağlayabilecek, zararı uzaklaştırabilecek ziyaretler, 
adaklar, kurbanlar vb. uygulamaların varlığı (Ocak, 2000:113). 
3. Atalar Kültü 
Atalar kültü, ölmüş ataları tazim ve onlar için kurbanlar sunma inanç ve âdetidir. Ölen 
ataların ve özellikle babaların ruhlarının geride kalanlara iyilik ya da kötülüklerinin dokunabileceği 
inancı, onlara karşı duyulan minnet duygusu, atalar kültünün temelini oluşturmaktadır. Bununla 
birlikte, atalar kültünde ölen her atanın ruhu ve dolayısıyla da mezarı kült konusu olmamakta, yalnızca 
saygıdeğer olanlar buna erişmektedirler. Bu anlamda "ölüler kültü" ile atalar kültünü de birbirinden 
ayırt etmek gerekmektedir (Güngör, 2002, C.3: 264). 
Bu inanca göre, ataların, öldükten sonra da ruhlarının yaşadığına ve toplumla ilişkilerini 
koparmadıklarına inanılır. Yine bu inanışa göre, insan ölümle bedenini kaybetmekte fakat benliği daha 
doğrusu manevi varlığı yeryüzünde kalmakta, geride bıraktığı kimselerin hayatlarını 
etkileyebilmektedir. Onlara göre; ölüm hayatın bitişi değildir. Böyle bir inançtan çıkış bulan atalar 
kültünde, ancak belli kişiler özellikle kabile atası, ünlü savaşçılar, din adamları vb. gibi kişiler 
tapınılmaya, kurban ve duaya hak kazanmaktadır. Bu insanları ötekilerden ayıran insanüstü yetenekleri 

ölümlerinden sonra kaybolmamaktadır. Birtakım mistik güçlerle dolu bulunan bu gibi kimselerin

gönüllerini hoş tutmak, anılarını tazelemek, kurban ve adaklarla anmak yoluyla bitkilerin, hayvanların 
çoğalmasını sağlamak mümkündür.Bu amaçla ataların figür ve maskeleri yapılmakta, adlarına bayram 
ve törenler düzenlenmektedir. Diğer taraftan atalar, dinsel ve toplumsal buyrukların, gelenek ve 
göreneklerin koruyucuları olarak kabul edilirler. Bunların yerine getirilmesi onları sevindirmekte, tersi 
ise öfkelendirmektedir (Örnek, 1988: 94-95). 
Atalar kültünün eski Türk toplulukları arasında en köklü ve en eski inançlardan biri olduğu 
söylenebilir. Hemen hemen bütün Kuzey ve Orta Asya kavimlerinde bulunduğu görülen ve ataerkil 
aile yapısının bir sonucu olarak yorumlanan atalar kültü, tarihi iyi bilinen en eski Türk 
topluluklarından Hunlar zamanında tespit edilmektedir (Ocak, 1983:26). Eski çağlarda Orta Asya 
Türklerinde de bu kültün hayli yayıldığına dair kanıtlar bulunmaktadır (Roux, 1962, Akt. Ocak, 
1983:85). Diğer taraftan, Orhun Kitabeleri’nde özellikle Bilge Kağan Kitabesi’nin sonunda yer alan 
bölümler atalar kültünün varlığının Göktürklerde de görüldüğünü göstermektedir. 13. yüzyılda 
Moğollarda da atalar kültünün önemli bir yer tuttuğu Batı kaynaklarından anlaşılmaktadır (Ergin, 
1970, Akt. Ocak, 1983:26-27). Atalar kültü, ruhun bir bedenden ötekine geçmesi inancını benimseyen 
Budizm ve Manihaizm’in Türklerce kabul görmesinde etkili olmuştur. Bu külte göre, çok yaşayan, 
bilgili, yönetici insanlar öldüğünde onların ruhları, ailesine ve toplumuna yardım eder ve onları 
korurdu (Ocak, 2000:62). 
Türklerin, İslamiyet’i kabul etmesinden sonra da halkın yatırlara gidip dua etmesi, şifa 
dilemesi, niyaz etmesi, “Allah’ın sevgili kulları olan ve Allah’a sözü ve nazı geçebilen evliyanın 
yardımını dilemek” şeklinde açıklanmaya çalışılmıştır. Böyle bir açıklama eski inanışlarla bağı olan 
uygulamaları İslami kurallara uymasa da uygun hale getirmektir. Bu yatırlara gidip dua edenler, 
elbette Allah’a dua da ederler, fakat kendi gözlemlerimize göre, öncelikle o yatıra yönelik olarak dua 
ederler. Onun ruhundan medet umarlar (Eröz, 1992:103). 
Günümüzde, Anadolu halkı, evliyaların yattığı yerlere (tekke, zaviye, türbe, mezar, hazire, 
dergah vb.) gider ve onlardan yardım diler. Bu yardım, işsizlere iş, hastalara sağlık vb. biçimlerde 
görülebilir. Fakat bu yardım isteğinin mutlaka inanılarak yapılması gerekmektedir (Kaya, 2001:200). 
Bugün hala Anadolu’da varlığını sürdüren, evliya, dede, baba inanışlarının kökenini Atalar 
kültüne bağlayabiliriz. Ayrıca, evliyalardan istenilen dileğin gerçekleşeceğine ve evliyanın yardım 
edeceğine mutlaka inanılması gerektiği düşündürücüdür. Bu mutlak inanç, kişinin psikolojik olarak 
koşullanmasını dolayısıyla da bilinçli olmasa bile bunun gerçekleşmesine ilişkin çaba göstermesini 
doğurabilir. 
Ataların bu şekilde kutsal ağaçlarda eyleştiği inancı Anadolu'da hemen hemen her türbenin 
yanında kesilmesi yasak olan bir kutsal ağaç bulunmasını da açıklamaktadır. Bu ağaç ve bitkilere 
gösterdikleri saygı, aynı zamanda atalarına gösterdikleri bir saygı haline geliyor. Bu bitkileri törenlerde 
kullanarak da atalarından yardım istiyorlar. Ağaçlara bez bağlamak, mezarlara belli bitkiler bırakmak 
vb. bu çağrının ifadesidir. Ata ruhlarının bu şekilde doğada belli nesnelerde varolduğu düşüncesi 
insanların tüm doğayı canlı olarak algılamasına ve animizm inancına yol açmıştır. 
4. Gök Tanrı Kültü 
Araştırmalar, gök tanrı kültünün, toprakla ilgisi bulunmadığı için ancak göçebe, avcı ve çoban 
toplumlarda olabileceğini, dolayısıyla bu kültün kaynağının Asya bozkırlarında aranması gerektiğini 
göstermektedir. Bazı araştırmalarda tengri, tengeri, tengere ve tingir gibi, dil ve anlam yönünden gök 
tanrı kültü ile ilgili sözcükler belirlenmiştir (Eliade,1975:63-64, Akt, Ocak, 1983:30). 
Hunlar Gök-Tanrı'ya inanıyor, onu daha sonra Kaşgarlı Mahmut'un ifade edeceği üzere, hem 
gök hem de Tanrı anlamını içeren "Tengri" kelimesi ile ifade ediyorlardı. Göktürkler de aynı anlamda 
Tengri kelimesini kullanıyorlardı. Ayrıca Tonyukuk Kitabesinde "Türk Tanrısı" kavramına yer 
veriyorlardı. 763’ te Mani dinini kabul eden Uygurlar, Tanrı kelimesinin başına Kün, Ay ve Kün-Ay 
kelimelerini ilave ederek Kün Tengri, Ay Tengri, Kün-Ay Tengri kavramlarını oluşturmuşlardır. Her 
ne kadar, Kaşgarlı Mahmut, Türklerin büyük bir dağ, büyük bir ağaç gibi kendilerine ulu görünen her 
şeye tengri dediklerini ifade ediyorsa da Türklerde Tanrı kelimesi yalnızca Gök-Tanrı'yı ifade etmek 

için kullanılmıştır (Güngör, 2002, C.3: 262). 

Türkler yüce ve soyut bir Tanrı anlayışına erişmiş olmakla birlikte, başlangıçta onu yine de 
gökte düşünüyorlardı. Orhun Kitabeleri’nde "üze kök tengri" terkibinde Tanrı aynı zamanda gök 
anlamını da korumaktaydı. Göktürk çağında, dünyayı kaplayan, yeryüzünde her şeyi hükmü altında 
tutan semanın, bozkırlı gözünde Tanrı kabul edilmiş olabileceği düşünülebilir (Güngör, 2002, C.3: 
262). 
Hun, Göktürk ve Moğol devletlerinde en büyük tanrı, Gök Tanrı’dır. Gök Tanrı, gökteki bütün 
yıldızları, ayı ve güneşi kapsayan nesnel bir varlıktır. Kat kat olan semada yaşayan Gök Tanrı, 
insanlardan farklı düşünülmez. İnsanlar gibi onlar da yer, içer, eğlenir. Altaylıların, gökte altın tahtta 
oturan tanrısı Ülgen’in göğün farklı katlarında oturan oğulları, kızları ve yardımcıları vardır. Göksel 
cisimlerin tümü Gök Tanrıdır. Fakat onu oluşturan güneş, ay gibi cisimler de farklı birer tanrı olarak 
düşünülmüştür. Örneğin, Hun hükümdarı her sabah çadırından çıkarak güneşe, geceleri ise aya tapardı. 
Yakutlara göre, iki kardeş olan Ay ve Güneş tanrıdırlar (Avcıoğlu, 1995:352-353). 
Gök Tanrı kültünün hemen hemen tüm Orta Asya toplumlarında çok köklü bir inanç olması 
nedeni ile İslam sonrası dönemde de etkisinin sürdüğünü görmekteyiz. İslamiyete geçişi belli bir 
oranda kolaylaştırdığı söylenilen bu kültün, bazı İslami metinlerde örneklerine rastlanmaktadır. 
Örneğin, Dede Korkut Kitabı bunun en tipik örneklerindendir (Ocak, 1983:32). 
Gök Tanrı yanı sıra ikincil tanrılar da bulunmaktadırlar. Gök Tanrı insanın ve hayvanın tek 
tanrısı değildir. Örneğin, Yakutların Ayısıt adını taşıyan tanrısı tüm özellikleri ile bereket tanrıçası 
niteliği taşımaktadır. Ayısıt, genç anaları, yavrularını ve aynı durumda olan hayvanları ve onların 
yavrularını korur. Göktürklere göre, üstte tanrı, altta yer buyurduğu için Türk budunu zenginleşmiştir. 
Böylece, gök ve yer tanrılarının bir çifti oluşturduğu anlaşılmaktadır. Göktürklerin yer tanrısı, 
Moğollarda Etügen adını alır. Tanrıçadan, kadınları, oğulları, hayvanları ve hububatı koruması, 
sürüleri ve ürünleri çoğaltması beklenir. Yer tanrıçası ise, Yakutlarda, bitkilerin büyümesini ve 
yavruların doğuşunu cesaretlendirir (Avcıoğlu, 1995:354). 
5. Tabiat Kültleri 
Türk ve Moğol boylarında oba kültü çok yaygındır. Oba steplerde toprak, dağ geçitlerinde taş 
yığınlarından meydana getirilen suni tepeler (höyük) dir. Bu obalar, steplerde kutsal dağ ve tepe yerini 
tutarlar. Her oba, boyun tapınağı olur. Burada kurban kesilir, dini törenler yapılır. Oba yanından geçen 
her yolcu atının kılından veya elindeki paçavralardan bir parçayı adak olarak bırakır (İnan, 1995: 61). 
Dağlar ve tepeler, tarihin bilinen en eski devirlerinden beri, yükseklikleri, gökyüzüne 
yakınlıkları dolayısıyla insanların gözünde ululuk, yücelik ve ilahilik sembolü kabul edilmiştir. Bu 
nedenle de insan üstü varlıkların, ilahların mekanı olarak düşünülmüştür. Yunanlıların Olimpos’u, 
Eski Türklerin Ötüken’i, İslam ülkeleri mitolojilerinin vazgeçilmez Kafdağı, akla gelen ilk örneklerdir 
(Ocak, 1983:70-71). 
Dağlar sadece, içinde varolduğuna inanılan kuvvetli ruhtan dolayı kutlu sayılmamış, yer altı 
ve yer üstü unsurları, büyüklüğüyle birleştiren mitolojik bir varlık olarak da algılanmıştır. Dünyanın 
oluşumuna ilişkin anlatılarda, evren, dünya yaratılırken gök, yer ve yer altı (yani tanrılar, insanlar ve 
ölüler) birleşir. Bunları bir araya getiren merkez konumdaki dağ, ağaç, sarmaşık, merdiven birer temel 
direk, merkez ve kökenin simgesi olarak kutsallaşmaktadır (Eliade, 1992:1-46, Akt. Kaya, 2001:203). 
Şamanların dualarında özellikle dağlardan söz edilirken dağın ruhu ile somut bir varlık olarak 
kendisini ayırt etmek mümkün değildir. Bazı dağlar belirli kabilelerin “töz”ü sayılırlar. Böylece, belli 
bir kabilenin menşei belli bir dağa bağlanmış olur. 12. yüzyılda Moğollar, dağları inanç sistemlerinin 
oldukça önemli bir parçası olarak görmüşlerdir. Temuçin (Cengiz Han), gençliğinde Merkitler’in bir 
baskını sırasında Burkhan Haldun Dağı’na sığınmış ve bu dağın yardımıyla kurtulmuş olduğunu şu 
şekilde anlatmıştır: “Haldun Burkhan’ ın yardımıyla bir kırlangıcın hayatı gibi hayatım kurtuldu. 
Burkhan Haldun’a her sabah tapmalıyım, bunu neslim ve neslimin nesli böyle bilsin”. Temuçin bu 
sözlerle kuşağını boynuna ve külahını koynuna asarak güneşe dönmüş ve eliyle göğsüne vurarak 

güneşe karşı dokuz defa diz çöküp tövbe ve istiğfar etmiştir (İnan, 1995:45).

Diğer taraftan, Bektaşi Menkıbelerinde de dağ ve tepe kültünden söz eden bazı örnekler 
bulmaktayız. Örneğin, Menakıb-ı Hacı Bektaşi Veli’de sürekli olarak bir Arafat dağından söz 
edilmektedir. Vilayetname-i Hacım Sultan’ın da, Hacım’ın daima yüksek tepeler üzerinde günlerce 
yemeden içmeden ibadette bulunduğu belirtilmektedir. Orta Asya’da eski Türklerin yaşadıkları çeşitli 
bölgelerde dağ kültüne mutlaka rastlandığı görülmektedir. Buradaki dağların çoğu Türkçe, 
“mübarek”, “büyük ata”, “büyük hakan” anlamlarına gelen Han Tanrı, Buztağ Ata, Bayın Ula vb. 
adlar taşımaktadır. VII. yüzyılda Göktürkler dahil bütün Türk boyları ünlü Ötüken adındaki ormanlı 
dağı kutsal tanımaktadırlar. Bunların dışında, Göktürklerin, “İduk Baş” ve “Tamag İduk” adında iki 
mukaddes dağı vardı ki, İduk Yer-su adıyla tanınmakta idiler (İnan, 1995:74). 
Yapılan çalışmalar, dağ ve tepe kültünün XIII. yüzyılda Moğollarda bile mevcut olduğunu 
ortaya çıkartmıştır. Ayrıca, dağ ve tepe kültü Altaylılarda da dikkati çekmektedir. Altaylılar, her dağın 
kendi ayrı ruhları olduğuna inanmakta idiler. Onlara göre bu dağ ruhları insanlara hem iyilik hem de 
kötülük yapabilirlerdi (İnan, 1995:74). 
Anadolu’da özellikle Bektaşi ve Kızılbaş toplumlarında dağ kültüne ilişkin örneklere sıklıkla 
rastlanmaktadır. Hacıbektaş’taki Arafat dağından başka Kırıkkale yakınlarındaki Hasanzede Köyü’nün 
yakınlarında bulunan Denek dağı bunlardan birisidir. Orta Asya Türklerinde olduğu gibi Kızılbaşlar da 
bu dağlara esrar dolu yerler ve kutsal mekanlar olarak bakmaktadırlar. Doğu Anadolu’da dağ kültü 
önemli bir yere sahiptir. Bingöl Dağları üzerindeki Kaşkar Tepesi kutsal sayılmaktadır. Eski 
Türklerdeki dağ ve tepe kültüyle ilgili motifler, sadece Bektaşi menkıbelerinde değil İslami devirde 
kaleme alınan önemli metinlerde de vardır. Örneğin, Dede Korkut Kitabında kahramanlar sıkıştıkları 
zaman adeta canlı bir varlığa seslenirmişçesine dağlara seslenmişlerdir. Âşık Kerem, Âşık Garip vb. 
halk destanlarında, dağlara hitap eden seslenişler vardır. Köroğlu sefere çıkacağı zaman dağ başlarına 
bakar ya da sefer sırasında geçit vermeyen bir dağla karşılaştığında tepedeki evliyaya yalvarır ancak 
dağ o zaman geçit verirdi (Boratav,1988:88). 
Taş ve kaya kültüne ait motifleri içeren tek menkıbe, Menakıb-ı Hacı Bektaş-ı Veli’dir. 
Buradaki menkıbelerin birinde anlatıldığına göre, Hacı Bektaş'ın evliyadan olduğuna inanmayan biri, 
elindeki bıçakla oradaki bir kayayı kesmesini ister. Hacı Bektaş da bıçakla kayayı ikiye böler. Adam 
bunu görünce kendisine mürit olur. Bu kerametin delili olan kayalar tekkeye kaldırılır ve gelip 
geçenler tarafından saygıyla ziyaret edilir. Bir başka menkıbede, aslana binip yılanı kamçılayarak Hacı 
Bektaş’ın ziyarete gelen Seyyid Mahmud Hayrani’ ye karşı Hacı Bektaş’ın, kızıl bir kayaya binerek 
karşılamaya çıktığı ve kayayı uzunca bir süre yürüttüğü hikaye edilir. Bektaşiler ve Kızılbaşlarca, 
bugün türbeye 350 m. uzaklıkta bulunan bu kayanın gerçekten yürüdüğüne inanılır (Ocak, 1983:78). 
Orta Asya’da İslam öncesi devirde Türklerde bazı taş ve kayaların kutlu sayıldıklarına ilişkin 
pek çok veri bulunmaktadır. Uygurların ünlü Kut Dağı efsanesi bunun güzel bir örneğini 
oluşturmaktadır. Bu efsanede, Uygur ülkesinin refahının Kut dağı adıyla iri bir yeşim kayasına bağlı 
olduğu bu kaya sayesinde ülkenin ve halkın felaketten uzak bir hayat sürdüğü anlatılmaktadır. Bunu 
öğrenen Çinliler, Uygur kağanının oğluna imparatorun kızını verme karşılığında kayayı isterler. 
Halkın karşı koymasına rağmen kağan teklifi kabul eder. Çinliler kayayı parçalayarak onu ülkelerine 
götürürler. Fakat, kayanın gitmesiyle kıtlık başlar ve sonunda Uygurlar göç etmek zorunda kalırlar 
(Ocak, 1983:79). 
Orman kültü ilkel toplulukların orman ürünleriyle, avcılıkla geçindikleri dönemin kalıntısıdır. 
Ötüken ormanlarının (Ötüken Yış) Göktürkler ve Uygurlarla birlikte dönemin bütün Türkler 
tarafından kutsal sayıldığını biliyoruz. Zamanla hayat koşulları ve dini inançları değişmesine rağmen 
pek çok ulus orman kültünü yeni dinlerine de sokmuşlardır. Orman ruhlarına her avcı kurban sunabilir. 
Sunma işlemi sırasında kamın aracılığına ihtiyaç yoktur. Görülüyor ki, orman kültü en eski devrin iş 
bölümünün Şamanları dahi yaratmadığı dönemin kalıntısıdır (Hassan, 1986: 111). 
Ağaç, yerin dibine dalan kökleri, göğe doğru dik bir biçimde yükselen gövdesi ve gökyüzüne 
dağılan dal, budak ve yapraklarıyla olduğu kadar, mevsimden mevsime kendini yenilemesi ve daha 
pek çok özelliğiyle de eski çağlardan beri insanlığın dikkatini çekmiştir. Bununla birlikte ağaç, daima 

hayatın ve ebediliğin de timsali olarak benimsenmiştir (Eliade, 1975:231). Eliade diğer tabiat 

kültlerinde olduğu gibi ağaç kültünde de ağacın maddi varlığının değil, özelliklerinin ve temsil ettiği 
gücün kült konusu olduğunu belirtmiştir. Diğer taraftan, insanın küçük bir filizden gün geçtikçe 
büyüyen, gelişen ve sonunda bir nedenden dolayı çürüyen ağaçla, kendi yaşamı arasında da paralellik 
kurduğunu vurgulamıştır (Eliade, 1975:23). 
Doğa güçlerine inanç çerçevesinde dağ kültünün yanı sıra "orman ve ağaç kültü" de önemli 
bir yer tutmaktadır. Gerçekte orman kültü, ormanda yaşayan ve yiyecek derleyip avcılık yaparak 
geçinen ilkel topluluklara özgüdür. Türklerin de göçebe çoban hayatına oradan geçtikleri öne 
sürülmüştür. Bazı araştırmacılar, Türklerin inançlarının temelinde bozkır kültürünün hakim olduğunu 
düşünmektedirler. Türklerde Kutsal Ötüken Dağı ormanla kaplıdır ve "Ötüken Yış" (Ötüken Ormanı), 
Göktürkler ve Uygurlarca kutsal bilinmektedir. İslam Öncesi Türklerdeki ağaç kültünün ilk ortaya 
çıkış bölgesi olarak dağlık Ötüken olduğu tahmin etmektedir. Hunlar, her yıl yaz bitiminde 
muhtemelen Ötüken’de yer alan, Lung-Ch’eng (Ejder Şehri) denilen başkentlerinde yaptıkları yer 
ayini, şehrin yakınındadır (Güngör, 2002, C.3: 262). 
Dede Korkut, er olsun avrat olsun herkesin ağacı saydığını ve çekindiğini belirtmiştir. Orta 
Asya’da bin yaşında, beş kollu büyük gövdeli bir ağacın bölgede en saygın şey olduğunu belirtmiştir 
(Avcıoğlu, 1995:359). İncelenen örnekler, her ağacın ya da aynı ağacın her yerde kült konusu 
olmadığını, hatta sıklıkla, çam, kayın ve çınar benzeri meyvesiz ve ulu ağaçların kült olarak kabul 
edildiği üzerinde yoğunlaşmaktadır (Ocak, 1983:84).Dede Korkut’ ta Kazan’ın oğlu Uruğ ağaç ile 
söyleşirken, 
“Başını alıp bakacak olsam başsız ağaç, 
 Dibini alıp bakacak olsam dipsiz ağaç”. 
diyerek, ağacın yeraltında ve yerüstünde sonsuza ulaştığını vurgular (Avcıoğlu, 1995:360). 
Ağaç kültü Uygurlarda farklı bir yönü de ortaya koymaktadır. Bunlarda ağacın insan soyu ile ilgisine 
dair inancın varlığını ünlü menşe efsanesinden anlamaktayız. Cüveyni’nin kaydettiği bu efsaneye 
göre, Uygurlar Karakurum’da Tuğla ve Selenka nehirlerinin birleştiği yerde bulunan fusuk ve naj 
(fıstık ve çam fıstığı) ağaçları arasına gökten inen ışıktan türediklerine, daha doğrusu atalarının bu 
ışığın o ağaçları gebe bırakması sonucu dünyaya geldiklerine inanıyorlardı (Cüveyni, Akt, Ocak, 
1983:85-86). 
Radloff, İnan ve Roux, aşağı yukarı bütün Altaylı kavimlerde en çok çam ve kayın ağaçlarının 
kült olarak kabul edildiğini, bunları çınar ve servi ağaçlarının takip ettiğini belirtirken bu ağaçlara 
yapılan duaların İslamiyet sonrasında da devam ettiğini vurgulamışlardır. Bu dualardan dikkate değer 
biri şu şekildedir; 
Altın yapraklı boz kayın, 
Sekiz gölgeli mukaddes kayın, 
Dokuz köklü, altın yapraklı mübarek kayın, 
Ey mübarek kayın, sana kara yanaklı, 
Ak kuzu kurban ediyorum (İnan,1995:87). 
Anadolu sahası, ağaç kültünün Müslüman Türklerdeki en ilgi çekici örneklerinin ortaya çıktığı 
yerlerden biri olarak görülmektedir. Bu kültün, Sünni kesimde de olmakla beraber daha çok Alevi 
zümrelerde yer bulduğu söylenebilir. Bu kült resmi evraklara bile girmiştir. Memduh Paşa adında bir 
Osmanlı valisinin II.Abdülhamid’e yolladığı bir raporda, Kızılbaşların büyük ağaçlara oldukça saygı 
gösterdikleri ve sık sık ziyarette bulundukları belirtilmektedir (Şapolyo, Akt. Ocak, 1983:89). 
Ağaç kültü, Kızılbaş toplulukları içinde daha çok Tahtacılar ve Yörüklerde yayılmıştır. 
Tahtacılar, geçimlerini ağaç kesmekle sağlamaktadırlar. Bununla birlikte, onların ağaçlara büyük saygı 
ve bağlılıkları vardır. Muharrem ayında ağaç kesmek yasaktır. Hafta içinde ise, Salı günleri ağaç 
kesilmez. Yeniden işe başlayacakları zaman, ağaçlara dualar okunur. Tahtacılar en çok, sarıçam, ladin, 
köknar ve ardıcı; Yörükler ise, kara dut , çınar ve katran ağacını kutlu sayarlar ve hepside tek ağaçları 

kült olarak kabul ederler (Roux, 1962, Akt, Ocak, 1983:89). 

Türk mitolojisinde hem ana hem de ata rolünü üstlenen ağaçlarla ilgili anlatılara 
rastlanmaktadır. Örneğin, Oğuz Kağan’ın Dağ, Deniz ve Gök adlı oğulları bir ağaç kovuğunda 
bulduğu ikinci karısından olmadır. Diğer taraftan, Manas Destanı’nda ve Yakut kadınları arasında 
çocuk veren elma ağacı motifi dikkat çekicidir. Türk mitolojisinde boy ve aile ağacı, evi ve aileyi 
koruyan ağaç ruhu inanışlarına da rastlanmaktadır (Ögel, 1995:423-464). 
Yazılı edebiyat gözden geçirilirse, bu kültün de İslami bir kılığa bürünmüş olduğu görülür. 
Hz. Musa’nın asası, Kabe’nin eşiği, Tuba ağacı ve Hz. Muhammed’in altında biat aldığı Rıdvan ağacı 
vb. İslami gelenekteki bir takım ögeler dikkat çekmektedir. Pir Sultan Abdal’ın şu dizeleri iyi bir 
örnek oluşturmaktadır (Gölpınarlı-Boratav, Akt. Ocak, 1983:90); 
Öt benim sarı tanburam, 
Senin aslın ağaçtandır, 
Ağaç dersem gönüllenme, 
Kırmızı gül ağaçtandır. 

Ali Fatma’ nın yari, 
Ali çekti Zülfikar’ ı, 
Düldül atının eğeri, 
O da yine ağaçtandır. 
Bu manzumeyle, Dede Korkut Hikayeleri’ndeki Kazanoğlu Uruz’un ağaca hitaben şöyle 
seslenmektedir. 
Ağaç ağaç dir isem erilenme ağaç, 
Mekke ile Medine’ nin kapusu ağaç (Dede Korkut Kitabı:21, ). 
Ahmet Yaşar Ocak, tarih boyunca “ağaç” ve “evliya” arasında kurulan ilişkiye de dikkat 
çekerek, ağaç yanlarında bulunan mezarlıklar ve evliyalar arasındaki ilişkiyi şu şekilde açıklamaktadır 
(Ocak,1983:93): 
*Bazı ağaçların yalnızca bir türbe yanında bulunmaları onlara kutsallık verilmesine neden 
olmuştur. Bu durumda ağaç yanındaki türbe gerçektir. 
*Ağacın yanındaki mezar, zaten eskiden beri kutsal olarak kabul edilen ağacın kutsallığı ile 
zamanla kutsallık kazanarak türbe kimliğine girebilir. Oysa başlangıçta hiçbir özelliği olmayan bir 
mezardır. 
*Bazı ağaçların yanında hiç türbe olmamasına rağmen kutsal sayıldıkları görülmektedir. O 
halde bu durum, şöyle yorumlanabilir: Ya orada eskiden bir türbe vardı ya da bir evliyanın ruhunun 
ağaçta yaşadığı düşünülebilir. 
Bugün, Tunceli, Adıyaman, Elazığ’daki Kızılbaşlar arasında, tek olan meşe ve ardıç 
ağaçlarını ziyaret etmek, ayin yapmak, ağaç dallarına dilek çaputları asmak yaygın pratikler olarak 
varlığını sürdürmektedir. Ağaçlardan, yağmur duası, çabuk evlenme ve hastalıkların sağaltımı gibi 
nedenlerle medet umulmaktadır (Ocak, 2000:135-137). Ağaç üzerine yapılan bu pratik ve inanmaları 
da “ağaç kültü” ne bağlamak olasıdır. 
Ateş kültüyle ilgili olarak ilkel toplumlardan günümüze değin sayısız efsane söylenmiştir. 
Tüm inançlarda, dinlerde, ateşin izi ve etkinliği görülmektedir. Ateşi sembolize eden tapınaklar 
yapılmıştır. Kısacası ateş, insan yaşamının parçası, tarihi koruyucusu sayılmıştır. 
Türkler, öteden beri ateşe saygı gösteriyor, onda kutsal ve temizleyici bir güç görüyorlardı. 
Altaylılar ve Yakutlar ateşteki bu kutsal ve temizleyici güç ya da ruha "ot izi" adını vermektedirler. 
Ateş yoluyla temizlenmenin ve böylece ateşe kutsal ve temizleyici bir anlam vermenin bir 
örneğini de, yine Türkler arasında oldukça yaygın olan, hastalıkları, evleri, ölüleri "tütsüleme" 
uygulamasında görmekteyiz. Türklerde ateş ayrıca kehanet aracı olarak da kullanılmıştır. Öte yandan 
Türklerde ateş kültünün, "aile ocağı kültü" ile yakından ilgili oluşu da dikkate değerdir. Aile ocağı 

kültü ise, çok büyük bir ihtimalle, "atalar kültü" ile ilgilidir. Iduk sayılan yerler, Türkler tarafından

korumaya alınmış; bu yerlerin ağacını ve ormanını kesmek, oralarda avlanmak yasaklanmıştır 
(Güngör, 2002, C.3: 263). 
Her toplum ve inanç grubu, ateşi kendine göre yorumlamaktadır. Şamanlığı benimsemiş 
Türklerin Tanrısı Ülgen, "...Gökten biri ak, biri kara iki taş getirmiş. Bunlardan birinin üstüne ot 
ufalamış, öbürüyle vurunca otlar alev almış..." Şaman Türkler ateşi Ülgen'in getirdiğine inanırlar. 
Eski Türklerde inanç sistemi üzerine yazılı kaynaklarda, su ve ateş motifine ilişkin pek çok 
örnek bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şöyle özetlenebilir: Orhun Yazıtları’nda kutsal su 
kaynaklarından söz edilmektedir. Bu nedenle suların kirletilmesinden kaçınılır. Çağataylarda gündüz 
akan suya girmek yasaktır. Cengiz Han, suya saygıyı yasallaştırır ve suya saygı Anadolu Türk 
boylarında da sürer (Avcıoğlu, 1995:356). 
Bununla birlikte, su gibi güneş ve aydan indiğine, yani gökten geldiğine inanılan ateş de 
kutsaldır. Batı Göktürkler ateşe büyük saygı gösterirler ve ateşin temizleyici gücüne inanılır. Kırgızlar, 
“Ateş en temiz şeydir. Ateşe düşen her şey temiz olur”.derler. Altaylılarda ateşi su ile söndürmek, 
ateşe tükürmek, ateşle oynamak kesinlikle yasaktır. Şaman törenlerinde “ateş ana” ya kurbanlar 
sunulur ve şu dualar okunur: “Sen ateş anamız. Açları doyurdun, üşüyenleri ısıttın. Karanlık gecelerde 
bizi kötü ruhlardan korudun. Siyah yanaklı beyaz koç sana kurban olsun” (Avcıoğlu, 1995:356-357). 
Bektaşi menkıbelerinde en sık geçen Şamanist motiflerden biri ise “ateşe hükmetmek” tir. 
Menakıbu’l Kudsiye’de anlatıldığına göre, Köre Kadı adındaki Selçuklu kadısı, Baba İlyas’ı tahrik 
ederek ondan bir keramet göstermesini ister. Köyün ortasına büyük bir ateş yaktırarak müritlerinden 
birkaçının bunun içine girmesini, yanıp yanmayacaklarını görmek istediğini belirtir. Bu talep üzerine 
ileri gelen müritlerinden Oban, şeyhten izin isteyerek ateşin içine girer. Fakat ateş onu yakmaz ve ne 
yana yürürse orada ateş söner (Ocak, 1983:117). 
Anadolu’ da ağaç kültünün kalıntıları hala yaşamaktadır. Dörtyol ile Çay arasındaki “Cennet 
Ana” adlı yerde bulunan ağaç hasta çocuklara öptürülür. Tahtacı kadınlar ağaca sarılıp kısırlıklarından 
kurtulmaya çalışırlar. Yörük boylarında ise, kutsal sayılan ağaçların yanında uzanılmaz (Avcıoğlu, 
1995:359). Anadolu’nun pek çok bölgesinde, ağaçlardan deva isteme, dileklerinin gerçekleşmesi için 
çaputlar bağlama gibi pratiklere de sık sık rastlanmaktadır. 
En çok avcılıkla geçinen toplumlarda görülen hayvan kültü, hayvan ile insan arasındaki dinsel 
ve büyüsel bir ilişkinin çevresinde toplanmıştır. Bu toplumlarda hayvanlar büyük bir önem kazanmış, 
bu önem giderek kutsal bir niteliğe bürünmüştür. 
Hayvanlara dönük ibadetin tipik örneklerinden biri ayı kültüdür. Ayının içinde kutsal bir 
varlığın olduğu inancı ayı kültünün doğmasına neden olmuştur. Ayıyı öldürmekle kutsal varlığın 
özgürlüğüne kavuşacağına inanılır. Ayı kültünde, onun insanlara benzeyen bir atadan geldiği inancı 
vardır (Örnek, 1988: 96). 
Şamanizm’e göre, ayı, orman tanrısının ruhunun simgesidir. Adının söylenmesi tabudur. 
Şamanistler onun adını anmaktan korkarlar. Eski Kıpçaklar ayıya “aba” baba demişlerdir. Günümüzde 
Karaoğlan veya Kocaoğlan diye anılmasının nedenleri, belki de adının tabu olduğu dönemlerden 
kalmadır (Hassan, 1986: 110). 
Şamanlarda Hayvan-Atayı temsil eden tören elbiseleri kutsaldı. Bunlardan biri de Ayı-Ata 
elbisesiydi. Diğer iki elbise de Geyik-Ata ve Kartal-Ata elbiseleriydi. Ayı tipi elbiseler daha çok 
Kuzey Sibirya ile Kuzeybatı Sibirya’da görülmüştür. Şamanın elbisesi üzerine ayının muhtelif 
yerlerinden alınmış kemikler dikilirdi. Böylece şaman kendisinin bir ayıyı temsil ettiğini göstermek 
isterdi (Ögel, 1971: 37-38). 
Geyik Türklerce kutsal bir hayvandır. Türk mitolojisinde, masallarda ve efsanelerde geyik 
motifine rastlanır. Geyik, avcıları peşinden çekerek onları Kaf dağına götürür. Dağ yarılır ve geyik 
gözden kaybolur. 
“Geyik de çekti beni kendi dağına” şarkı ve masalının kökleri bu mitolojide yatmaktadır 

(Ögel, 1971: 25). Türk efsanelerinde daha çok dişi geyik yer alır. Bu geyikler de tanrı ile ilgisi olan 

dişi tanrı veya dişi ruhtur. Özellikle beyaz geyikler kutsaldır. Orta Asya’da o dönem beyaz geyikler 
yaşamıştır. Aklık yani beyazlık Altay Şamanizm’inde ilahelere mahsus bir renk olarak görülür (Ögel, 
1971: 569-571). 
Yakut, Altay, Kazak-Kırgız ve Başkurt folklorunda, eski şaman ayinlerinde kartal (hotoy, 
bürküt, karakuş) çok önemli bir unsur olmuştur. Yakutların inançlarına göre karların ve buzların 
erimesi, ilkbaharın gelmesi, kartalın kanatlarını sallamasına bağlıdır (İnan, 1995: 118). 
Şamanlar ayinlerde Kartal-Ata tören elbisesi giyerlerdi. Onun tüylerini üstünde toplayan 
elbiseler kutsaldı. Şaman atasının şeklini alırken bütün insani özelliklerinden kendini kurtarmış olurdu. 
Yakut Türklerinin inanışına göre, şaman ayin sırasında temsili olarak göklere yükselirken onun 
kanatlarıyla uçardı (İnan, 1995: 37). 
Çok erken çağlarda meydana gelen kurt kültü Orta Asya’nın ileri toplumlarında ve büyük 
devletlerinde silinmiş; ancak efsanelerde motif, bayraklarda bir sembol olarak kalmıştır (Ögel, 1971: 
37). 
Kurt, Türk mitolojisinin en önemli sembolüdür. Türklerin kurttan türeyiş efsanelerinde kurt 
kimi zaman dişi, kimi zaman erkektir. Göktürk efsanelerinin çoğunda dişi bir kurttan ve ondan 
türeyişten söz edilir. Uygur harfleriyle yazılmış Oğuz destanında ise kurt erkektir (Ögel, 1971: 18). 
Bahaeddin Ögel; “Kurt belki de çok eski çağlarda Türklerin totemi olabilir; ancak Göktürk döneminde 
bir totemden ziyade semboldür. Kurt başlı sancaklar Göktürk devleti yıkıldıktan sonra da 
unutulmamıştır. Çin imparatorları Türk kavimlerine Kağanlık unvanı verirken davul ve kurt başlı 
sancağı birlikte vermişlerdir (Ögel, 1971: 40)” der. 
Orta Asya Türklerinin yıldızlarla ilgili inanışlarında, göklerde kurtların atları nasıl 
kovaladıkları anlatılır. Yakut Türklerinin efsanelerinde, ayın kurtlar ve ayılar tarafından yenilmesi 
sonucu ay tutulmasının meydana geldiği anlatılır. Yakut Şamanları için, kurt en önemli afsun 
hayvanlarından biridir (Ögel, 1971: 41-51). 

C) İSLÂMİYET ÖNCESİ ÂDET-İNANÇ VE PRATİKLER 
Eberhard, geleneksel Türk dinini, "Güneş ve Ay kültlerinden oluşmuş Türk Gök Dini" 
şeklinde tanımlamaktadır (Eberhard, 1942: 93). 
Eski Türklerde, doğa inançlarına, Orhun kitabelerinde "Yer-Sub" şeklinde rastlanmaktadır. 
Yer-sular "ıduk" yani kutsaldır. Doğa inançlarını Türklerin yaşama biçimleriyle işlevsel bağlarını tam 
olarak belirleyemiyoruz. Dağ, orman, ırmak, vs. ile ilgili Yer-Su inançları Türklerde gelişmek 
suretiyle, özellikle imparatorluklar döneminde "vatan kültü"ne dönüşmüştür. Kağanların merkezi 
"ıduk Ötüken" ve Tamir suyunun kaynağı "Tamag ıduk baş" buna örnek oluşturmaktadır (Güngör, 
2002, C.3: 262). 
1. Ölüm ve Ölüler Kültü 
Eski Türkler can ve ruh kavramını tın kelimesi ile ifade etmişlerdir. Çağdaş Şamanist Türk 
boylarından Yakutlar ruh-can kavramının tın, kut, sür kelimeleri ile ifade ederler. Tın kelimesi aynı 
zamanda esinti, rüzgar ve nefes anlamlarına da gelir. Kut, toprak, rüzgar ve ana-kut denilen üç 
unsurdan oluşmuştur. Tın vücuttan ayrılırsa ölüm meydana gelir; fakat kut ayrılırsa ölüm olmaz. Sür, 
insan uyurken vücuttan çıkıp etrafta dolaşabilir (Divitçioğlu, 1987: 176). 
Eski Şamanist Türklerin ve diğer Orta Asya uluslarının defin törenleri ile ilgili ilk bilgilere 
Çin kaynaklarında rastlanır. Bunlar; yakma, ağaca asma, toprağa gömme şeklindedir. Mumyalama 
işlemlerinin yapıldığına da rastlanmıştır. Göktürklerde; ölü çadıra konur, oğulları, torunları at ve 
koyun keserler. Ölünün bulunduğu çadırın etrafını yedi defa dolaşırlar. Kapının önünde bıçakla 
yüzlerini keserler, yüzlerinden kan ile karışık gözyaşı dökerler. Bu tören yedi defa tekrar edilir. Sonra, 
belirli bir günde ölünün bindiği atı, eşyaları, ölü ile birlikte ateşe verilir. Külünü yılın belli bir gününde 
mezara gömerler. İlkbaharda ölenler; sonbaharda, otların ve yaprakların sarardığı zaman, kışın ve 
güzün ölenleri de; çiçekler açıldığı zaman, ilkbaharda gömerler (Divitçioğlu, 1987: 177). Göktürklere 

göre, ruh ölümsüzdür. Ölen için ağıt yakılır, tanrıya dua edilirdi. Ölüler mumyalanırdı (Tanyu, 1980: 

46). Altay çevresinde Tu-Yahtı’da açılan Göktürklere ait bir mezarda, ölünün elbisesinin üç kat olduğu 
görülmüştür (Ögel, 1991: 143). 
IX. yüzyıl Oğuz boylarının defin törenlerinin de Göktürklerin defin törenleri ile aynı olduğu 
görülür. Ölüye ceket giydirirler, kuşağını kuşandırır, yanına yayını korlar, eline de bir tahta kadeh 
tutturur, oturur halde gömerler. Ölü için kümbetler yaparlar, servetine göre at keserler, etlerini yerler, 
başlarını, derilerini, ayaklarını ve kuyruklarını sırıklara asarlar. Öldürdüğü kişi kadar ağaçtan suret 
yontarlar, mezarının üstüne bırakırlar. Atların ölüyü cennete götüreceğine, kişi suretlerinin de cennette 
ona hizmet edeceğine inanırlar (İnan, 1995: 178; Tanyu, 1980:48). Oğuz ve Kıpçak defin törenlerinde 
görülen; kurban atların derilerini sırıklara asma adeti, bugünkü Altaylılar ve Yakutların at kurban 
ederek yaptıkları törenlerde ayinin en önemli ögesini oluşturur (İnan, 1995: 179). 
Orta Asya’da Hunların ve Göktürklerin egemenliği devirlerinde, ilkel boylardan bazıları 
ölülerini tabutlara koyup ağaçlara asmışlardır. Bu adet Yakutlarda XVIII. yüzyıla kadar devam 
etmiştir (İnan, 1995: 180). 
Eski Türklerde defin törenleriyle ve ölüler kültüyle ilgili en eski tören ölü aşı denilen törendir. 
Türkler ölülerine aş vermeyi en önemli vazife saymışlardır. İlkçağlarda aş doğrudan doğruya ölüye 
verilir; yani mezarına koyulur veya dökülürmüş. Kültürlerin gelişmesiyle bu töre ölünün ruhuna 
kurban sunma şeklini almıştır. Eski Türklerin defin törenleriyle ilgili gelenekleri kamların defin 
törenlerinde korunmuştur: Ölüyü defnettikten sonra eve dönüp yemeğe, içmeye başlarlar. Sonra 
mezarın sağ tarafına ateş yakıp ölü için kesilen hayvanların kemiklerini yakarlar. Ateşe rakı serperler, 
yemek atarlar. Ateş tanrısının bu rakı ve yemekleri ölüye ulaştıracağına inanılır. Ölü aşına katılanlar 
mezarın etrafını üç defa dolaşırlar. Eve döndükten sonra yine yeme içme olur. Yemeğe başlamadan 
önce Umay anaya, evin hamisi olan ruhlara saçı saçılır (İnan, 1995: 186). Kaşgarlı Mahmut; ölüyü 
gömdükten sonra üç veya yedi güne kadar verilen bu yemeğe “yoğ” adı verilir, der (Divanü Lügat-it 
Türk Tercümesi III, Yoğ maddesi, 1985: 143). 
Yas törenlerinde kurban sunma, sadece ölüm karşısında arınma amacıyla yapılmaz. Göktürk 
toplumunda ölüm, kurban aracılığıyla, bir kut tören-şölen havasına bürünmekte, bereketin simgesi 
olmaktadır. Bu törende aynı zamanda gelecekteki evliliklerin de temeli atılır. Kızlar ve erkekler zengin 
ve süslü giysilerle mezar başına giderler. Erkek kızı beğenirse törenden sonra kızı ailesinden istetir. 
Ayrıca, komşu budunlar ölü sahibine armağanlar sunarlar. Göktürklerin yas törenleri ile ilgili bilgileri 
Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarında bulabiliriz (Divitçioğlu, 1987: 97). 
Eski Türklerde yas tutanların bağıra çağıra ağladıklarını Çin kaynaklarından öğreniyoruz. 
Orhun Yazıtları’nda da yas törenlerinde Göktürklerin; saçlarını kulaklarını keserek feryat ettikleri 
anlatılır. Oğuzların yas adetleri Dede Korkut hikayelerinde; feryat ederek ağladıkları, yüzlerini 
parçaladıkları, saçlarını yoldukları, kardeşlerin akları çıkarıp karaları giydikleri şeklinde tasvir edilir 
(İnan, 1995: 195-196). 
Türkler arasında matemlerde saç kesme adeti de görülür. Ölenin karısı veya yakını saçlarını 
keser. Çok yaygın bir adet olarak, ölünün bindiği atın kuyruğu ve yelesi kesilir. Bu adete, Eski 
Oğuzlar İslam dininin kabulünden çok sonra bile uymuşlardır (İnan,1995:198). Matem alametlerinden 
biri de elbiseyi ters giymektir. Kırgız-Kazakların bazı boylarında kadınlar ağıt söyleyip ağlarken ters 
oturup, elbiselerini de ters giyerler. Bu adet, XIV. Yüzyılda Anadolu’da da görülmüştür (İnan, 1995: 
199). Bugün Anadolu’da yağmur törenlerinde de elbiseyi ters giyme işlemini görmek mümkündür. 
2. Sihir ve Büyü 
Büyü konusunda uzun yıllar boyunca araştırmalar yürüten Frazer’e göre büyünün dayandığı 
temel düşünceler iki gruba ayrılmaktadır: Bunlardan ilki, “Benzer benzeri meydana getirir ilkesi” , 
ikincisi ise, “Varlıklar, fiziksel temas ortadan kalktıktan sonra da uzaktan birbirlerini etkileyebilirler 
ilkesi” dir. Birinciye “homeopatik” ya da “taklit büyüsü”, ikincisine ise “kontajiyöz” ya da “temas 
büyüsü” denilmektedir. Taklit büyüsü işlemlerinde en sık görülen pratikler, yakma, kesme ve 
parçalamayla ilgilidir. En sık da ölümü üstlenen kişinin resmi ağaçtan, çamurdan, balmumundan vb. 
yapılmış figürü yakılmaktadır. Örneğin, Peru yerlileri hoşlanmadıkları ya da korktukları birinin yağ ve 

tahıldan oluşan bir karışımdan yaptıkları resmini, o kimsenin geçeceği yol üzerinde yakarlar ve buna

da o kimsenin ruhunun yanması derler. Temas büyüsünün özünde ise, birinin saçına, tırnağına, 
kirpiğine, dişine ya da elbiselerinden bir parçaya sahip olan kişinin, o kimse üzerinde olumlu ya da 
olumsuz güçlere sahip olması yatmaktadır (Frazer, 1954, Akt. Örnek, 1988:141-144). 
Şamanizm inancına göre, Şamanların temel görevlerinin ve özelliklerinin sihirbazlık ve 
büyücülük olduğu da bilinen bir gerçektir. Bunun nedeni Ohlmarks tarafından şu şekilde 
açıklanmaktadır; Sibirya ve Orta Asya gibi iklimi sert olan yerlerde ve genellikle doğaya 
hükmedememenin ilkel insanlarda tepkilere yol açtığı görülmektedir. Bu tepkiler özellikle hassas 
bünyelerde ortaya çıkmakta ve bu kişiler sihirbaz din adamı görevini yüklenmektedir. İşte bu 
sihirbazlar böylece yerlerini Şamanlara bırakmışlardır (Ohlmarks, 1966:208-213, Akt. Ocak, 1983:98). 
Şamanlar hastaları tedavi ederken, onların kötü ruhlarla nasıl savaştıklarını ve nasıl hasta 
olduklarını temsil eden ayinler, soyut ritüeller ve simgesel işlemler yaparlar. Levi-Strauss, bu tedavi 
biçimini, köy, kabile, klan ve topluluğun önünde yapıldığı için hem hasta hem toplum hem de şaman 
açısından bir psikanaliz süreci olarak yorumlamaktadır. Şaman bir psikanalist gibi, hastalığa neden 
olan durumun yaşandığı ilk ana, yani geçmiş yaşantıya dönüp o anı tekrar yaşatarak psikolojik 
arınmayı amaçlamaktadır. Böylelikle psikolojik kökenli hastalıklar sağaltılmaktadır (Levi-Strauss, 
1993:51, Akt. Kaya, 2001:213). 
Bütün bu arkaik inanç biçimlerinin ve pratiklerinin bugün, ruhsal sorunların sağaltımı 
amacıyla kullanılan yöntemlerden biri olan “psikodrama” nın ve hem bir sağaltım aracı olan hem de 
sanatsal performansı içeren bir doğaçlama tiyatro türü olan “play-back” tiyatronun kökenine ilişkin 
ipuçları verdiği de düşünülebilir. 
Büyünün amacı olumlu da olabilir olumsuz da olabilir. Örneğin, ak büyü yağmur yağdırmak, 
ekinleri büyütmek, avı bereketli kılmak, düşmanı öldürmek gibi kötülükleri önlemek, şeytanı kovmak 
vb. sağlamak için bazı dualar okunarak yapılan uygulamalardır. Kara büyü ise, bir kimsenin başına 
felaket ya da ölüm getirmesi beklenen uygulamalara verilen addır (Tezcan, 1996:120-121). 
İnsan boyları, hayvanların insanda olmayan üstün güç ve yeteneklerinden yararlanmak için 
çeşitli yollar denemişlerdir. Özellikle de, hayvanların belli organlarının geleceği bilme gücü olduğuna 
inanmışlardır. Bu organlar, genellikle bağırsak ve kürek kemikleridir. Çin kaynaklarına göre, anası 
hastalanan Hun kralı, bağırsaklara bakarak çare arar. Attila, Fransa’da başarıyla sonuçlanmayan 451 
yılı savaşlarından önce, falcılardan savaşın sonucunu öğrenmek ister. Falcılar, kurbanların 
bağırsaklarını ve kemiklerini inceleyerek kötü haberi verirler. Mısırda Memluk Türkleri de iyi ve kötü 
olayları kürek kemiğinden öğrenirler. Cengiz Han, koyun kürek kemiğine danışmadan hiçbir sefere 
çıkmaz (Avcıoğlu, 1995:373-374). 
Günümüzde sıklıkla rastlanan, okunmuş pirinç, tuz, şeker ya da benzeri maddelerin yenilmesi, 
yutulması, muskaların giysilere iliştirilmesi, duaların yazılı olduğu kolyelerin, yüzüklerin takılması vb. 
inanmaların birer “temas büyüsü” uzantısı olabileceği de düşünülebilir. 


3. Falcılık ve Kehanet 
Falcılık Şamanizm’in başlıca ögelerinden biridir. Fal Eski Türkçe’de “ırk” kelimesiyle ifade 
edilmiştir. Bugün bu kelime “ırk bakmak” fal bakmak anlamında Anadolu’da da kullanılmaktadır. 
Falcılar, fal açmak için kullandıkları nesneye göre; yogrıncı, kumalakçı, ırımçı gibi adlar alırlar (İnan, 
1995: 151-152). 
Şamanistlerde, Müslüman Türklerden Kırgız-Kazaklarda ve Nogaylarda en meşhur fal kürek 
kemiği falıdır. Kürek kemiği falından Nogay hikaye ve destanlarında çok söz edilir. Başkurtlarda, 
Altay ve Yakut Şamanistlerinde kürek kemiği falı yaygındır. Kırgız-Kazaklar kürek kemiğine çok 
saygı gösterirler, kırmadan köpeklere atmazlar. Destan ve hikayelerinde, kürek kemiği falı motifine 
rastlanır (İnan, 1995: 153-155). 
Kürek kemiği ile fal açtırmak isteyen kişi, bir kürek kemiği bulur. Bu kemiğin kaynatılmamış 

olması gerekir. Falcı (kam) kemiği ateşte kızdırdıktan sonra, eline alıp ince tarafından tutar. Kemikte 

çizgiler, noktalar, çatlaklar belirmiştir. Falcı, bu beliren şekillere göre yorumunu yapar. Falcılık bilim 
adamları elinde gelişmiş, Arapça “ilm ül kelf” risalesine konu olmuştur. Türk göçebeleri arasında aşık 
kemiği ile fal açmak adeti de vardır. Yapılacak işin hayırlı olup olmayacağını öğrenmek için, davul 
üzerine aşık kemiği atılarak niyet tutulur (İnan, 1995: 156). 
Yakutlarda kaşık ve eldiven ile de fal açılır; yeni ev yapmak için seçilen yerde, yapılan ayin 
sırasında eldivenle fal açılır. Eldiven avuç yukarı gelinceye kadar dualarla atılır. Eldivenin düştüğü 
yere haç dikilir. Burada toplanıp ateş yakılır. Ateşe yağ, yoğurt dökerler, at yelesinden kıl koparıp 
atarlar. Daha sonra, şaman yahut evi yapacak adam kaşık alıp dua ederek kaşığı havaya fırlatır. Fal iyi 
gelirse ev sahibi kaşığı kapar, yakasına yerleştirir. Ev yapıldıktan sonra da ayin yapılır (İnan, 1995: 
117-118). 
Kırgız-Kazaklarda ve Özbeklerde yaygın fallardan biri de kumalak denilen faldır. Kumalak 
için 41 taş veya 41 nohut, fasulye veya 41 tane koyun tezeği kullanılır. Çeşitli gruplamalar yapıldıktan 
sonra yerde kalan dokuz taşa bakarak falcı, fal sahibine geleceği ile ilgili yorum yapar (İnan, 1995: 
158). 
Bir başka fal da ateş falıdır. Ateş falı; ateşin alevlerine, közlerin duruşuna, odunun ıslık 

seslerine göre geleceği keşfetmeye çalışmaktır (İnan, 1995: 159).4. Şekil -Don Değiştirme (Metamorphose) 
İlkel insana göre, yeryüzünde bulunan her varlık bir kuvvetin taşıyıcısıdır. Ayrıca, bir cisim 
birden fazla görünüşler altında da bulunabilir. Bununla birlikte, cisim farklı görünüşlere sahip olabilir; 
fakat bunlar geçicidir. Cismin asıl özelliği değişmez. Şekil değiştirme genellikle üstün bir güç (Allah, 
sihirbaz, cadı, evliya vb.) tarafından, ya yapılan bir iyiliğe karşılık ödül ya da kötülüğe karşı ceza 
olarak gerçekleştirilmekte idi. Türk efsane ve masallarında, şekil değiştirme motifine ilişkin olarak 
“donuna girmek” deyiminin kullanıldığı görülmektedir. Bu efsane ve masallarda sıklıkla, “geyik 
donuna girmek” ve “turna donuna girmek” ten söz edilmektedir. Genellikle don değiştirme motifi bir 
hayvanın donuna girme biçiminde görülmektedir (Boratav, 1978:109). 
Bu konuyla ilgili olarak, Kaygusuz Abdal’ın, şeyhi Abdal Musa’ya nasıl mürit olduğunu 
anlatan ve Bektaşiler arasında çok tanınan bir hikaye oldukça önemlidir. Rivayete göre, Alaiye 
Beyinin oğlu Gaybi Beğ adamlarıyla ava çıkar. Bir ara güzel bir ahu görerek adamlarından ayrılır. Bir 
süre kovaladıktan sonra ön bacağının yanından onu okla yaralamayı başarır. Fakat ahu koşmaya 
devam ederek Abdal Musa’nın tekkesinden içeri girer ve kaybolur. Dervişler ahuyu görmediklerini 
söyleyip bir de şeyhlerine başvurmasını bildirirler. Gaybi Beğ, meydan denilen salona girer ve Abdal 
Musa’yı postunda otururken bulur. Kendisine durumu anlatır. Abdal Musa cüppesini yukarı kaldırır ve 
koltuğunun altındaki oku gösterir. Şaşkına dönen Gaybi Bey, affını ve müritliğe kabulünü ister (Ocak, 
1983:155)Büyük Kızılbaş dedelerinden ve velilerinden sayılan Hasan Dede’nin de geyiklerle haşır neşir 
olduğu, yanına tuz alarak dağlara çekildiği ve geyiklere tuz yalattığı rivayet edilmektedir. Pir Sultan 
Abdal’ın şu dizeleri Kızılbaş dedelerinin geyiklerle olan ilişkilerini açıkça göstermektedir; 
Haberim duyarsın geyikler ile, 
Yaramı sararsın şehitler ile, 
Kırk yıl dağda gezdim geyikler ile, 
Dost senin derdinden ben yana yana (Gölpınarlı-Boratav, :123). 
Ocak’a göre (1983:163), geyik, kuş ya da herhangi bir hayvanın şekline girmenin bir kısmı 
Şamanizm’den geçmiş gibi görünse de gerçekte Budizm’den geçmiş inançlardır. 


5. Tanrının İnsan Şeklinde Görünmesi

Eski Türklerde tanrının insan şeklinde göründüğüne dair pek çok inanç vardır. Altayların Ay Mangus masalında adı olmayan bir çocuğa tanrı tarafından ad konulduğu anlatılmaktadır .Çocuk adının tanrı tarafından konulduğunu öğrenince onu aramaya  çıkar. Dolaşırken bir ara insan sesine benzeyen bir sesin kendisini çağırdığını duyar, sesin geldiği yere gittiğinde kayın ağacının yanında 
duran bir ihtiyar görür. İhtiyar çocuğa Ay-Mangus adını verir. Çocuk ihtiyarın kim olduğunu soruncada şu yanıtı alır: “Ben insan değilim. Ben yaradan tanrıyım. Babasız bir insana ad verdim” (Ocak, 
1983:112). 

                6. Bayram- Tören ve Ayinler 
Uraz, bayramların, salgın hastalıklar, kıtlıklar ve büyük zelzeleler sona erdiğinde, savaşlardan 
zaferle çıkıldığında, sığır denilen avlar başarıyla bittiğinde, yılbaşlarında, meyve mevsiminde ve halkı 
ilgilendiren büyük büyüler bozulduğunda yapıldığını belirtmektedir (Uraz, 1994:238). 
Altay Türklerinin tanrılar adına yaptıkları bayramların en büyüğü Ayzıt Bayramı’dır. Bu 
bayramlar iki mevsimde yapılırdı. Yazın yapılan bayram törenlerini ak şamanlar idare ederdi. 
Ormanda yapılan bu törende beyaz elbise giyilirdi. Bu törene kadınlar katılmazdı. Kışın yapılan 
bayram törenlerini ise kara şamanlar idare ederdi. Bu törende şamanlar siyah elbise giyerlerdi. Kış 
törenleri evlerde yapılır ve kadınların da katılımına açık olurdu (Uraz, 1994: 239). 
Bu bayramlardan bir diğeri ise, Üzüt Bayramı’dır. Diğer adıyla ruhlar bayramı olarak 
tanımlanmaktadır. Bedenden ayrıldıktan sonra “süne” denilen ruh, başka bir dünyaya gider. Orada 
süneyi Erlik’in bekçisi olan ölüm ruhu Aldacılar karşılar. Aldacılar her yeni ölünün çoktan ölmüş 
yakınlarından birinin ruhudur. Süne ile Aldacılar bir süre dolaşır. Çocuk Süne’si yedi, yetişkinlerin 
Süne’si kırk gün böyle dolaşır. Bu süre içinde ölü çıkan evde çeşitli tabular varlık gösterir. Bu eve 
şaman girmez. Bir hafta, ölü çıkan evden dışarıya eşya verilmez. Dışarıdan da alınmaz. Kırk gün sonra 
ölen kimsenin akrabaları “Üzüt Bayramı” yaparlar. Bu bayramda, hayvan kesilir, eti ile sofralar 
kurulur ve ihtiyarlar yüksek sesle dualar okurlar (Uraz,1994: 240-241). Altaylılara göre ölüm iki 
nedenden olur. Bunlardan biri, Erlik’ in açgözlülüğü, ikincisi ise Ülgen’le Erlik’in birlikte aldıkları 
karardır. 
Törenlerin en önemlilerinden biri ölüler için yapılandır. Ruh bedenden ayrıldıktan sonra, 
başka bir aleme gideceğinden, orada o ruhu taşıyan insanla buluşarak dünyada yaşadığı gibi 
yaşayacağına ya da ruhun başka bir bedene girerek ikinci kez dünyaya geleceğine inanılırdı. Bu 
nedenle, ölen kimse eşyalarıyla, silahları, atı ve en yakın dostları ile gömülürdü. Ölüler genellikle 
toprağa gömülürdü; fakat, ölüleri suya atan, yakan, köpeklere yediren ağır taşlar altına koyan ya da 
ağaç kavuğuna sokan boylar da bulunmakta idi. Yakutlar, ölene en iyi elbiseyi giydirir, tabutuna bir 
çakı, bir çakmak taşı, kav, yağ, et gibi öbür dünyada gerekecek eşyaları koyarlardı. 
Sümerlerin inancına göre, ruh insandan ayrılınca uçar, yeryüzünde dolaşırdı. Bu ruha 
“Edimnu” denirdi. Eğer ölü geç gömülecek olursa, Edimnu kötü ruh haline gelir, hortlayabilirdi. Bunu 
önlemek için ise, ölünün hemen gömülmesi gerekirdi (Uraz, 1994: 226-227). 
7. Tenasüh (Reincarnation, Metempsycose) İnancı 
Genel bir tanımla, öldükten sonra insanın ruhunun başka bir bedene girerek hayatını 
sürdürebilmesi olarak tanımlanabilen tenasüh inancı, eski dünyanın farklı yerlerinde farklı biçimlerde 
kabul gören bir inanç biçimidir. Bununla birlikte, insan ruhunun insana, hayvana, bitkiye veya cansız 
bir varlığa göç etmesi gibi çeşitli biçimleri olan bu inancın en hakim olduğu, en fazla işlenip geliştiği 
yer Hindistan’dır. Budizm inanışının temelini oluşturmaktadır. 
Özellikle Bektaşilikte tenasüh inancı oldukça kabul gören bir inanıştır. Örneğin, Menakıb-ı 
Hacı Bektaş Veli’de, şöyle bir menkıbe nakledilir; Hacı Bektaş’ın şeyhi Lokman-ı Perende’nin hacdan 
dönüşünü kutlamak üzere gelen Horasan erenleri, o zaman henüz çocuk olan Hacı Bektaş’ın 
kerametlerine inanmamaktadırlar. Bunun üzerine Hacı Bektaş, kendisinin aslında Hz. Ali’nin sırrı 
olduğunu söylemek zorunda kalır. Bu defa Horasan erenleri, Hz. Ali’nin biri alnında, biri avucunun 
içinde iki yeşil beni olduğunu söylerler. Hacı Bektaş, derhal alnını ve avucunu açarak yeşil benleri 
gösterir. Böylece, onun hakikaten Hz. Ali’nin sırrı olduğunu, yani Hz. Ali’nin Hacı Bektaş’ın 
bedeninde yaşadığını anlarlar (Ocak, 1983:133). Hz. Ali’nin değişik kalıplarda yaşadığını gösteren bu 
inancı vurgulayan pek çok nefes vardır. Pir Sultan Abdal’ın; 
 
Pir Sultan’ ım şu dünyaya 
Dolu geldim dolu benim 

Bilmeyenler bilsin beni 
Ben Ali’yim Ali benim 
 
Kıtaları ile Kul Hüseyin’ in 
Balım sultan gerçek sırr-ı Ali’sin, 
Müminlerin kanadısın kolusun, 
Pirim Hünkar Hacı Bektaş Veli’ sin, 
Cansız duvarları yürüten medet. 
 
 Kıtaları da örnekler arasındadır (Gölpınarlı-Boratav: 1991:98-99). 
 
 
 
8. Yada Taşı ve Yağmur Tılsımları 
Avcıoğlu, yada taşının bazı hayvanların karnından ya da kafatasından yapıldığını, yağmur, kar 
yağdırma ve fırtına estirme gibi sihirli güçlerinin olduğunu belirtmiştir (Avcıoğlu, 1995:374). 
Yada taşı, Türk topluluklarında çok eski bir inanca konu olmuş bir nesnedir. Bu inanca göre, 
Türk tanrısı Türklerin en eski atasına, istendiğinde yağmur, kar ve dolu yağdıran sihirli bir taş 
armağan etmiştir. Yada, cada, yat denilen bu taşın her dönemde Türk Şamanlarının (kam) ve 
komutanlarının elinde bulunduğuna inanılır. Yakutlar yada taşına sata derler ve en kuvvetli sata taşının 
kurdun karnında bulunduğuna inanırlar. Sata taşına bir yabancının ya da bir kadının eli değdiğinde 
taşın öldüğüne inanılırdı (Örnek, 1988:162-163). 
9. Havada Uçma (Levitation) 
Bu motife ilişkin yalnızca iki menkıbe bulunmaktadır. Bunların ikisi de Vilayetname-i Sultan 
Şucauddin’dedir. Bu menkıbelerden ilkine göre, sultan bir gün müritleriyle otururken aniden vecde 
gelip herkesin gözü önünde yerden yükselmiş ve bulutların üstünde bir süre uçtuktan sonra tekrar yere 
inmiştir. İkinci menkıbede ise, Sultan Şucauddin kendisine bir koyun vermeyi reddeden sürü sahibine 
kızarak havalanıp uçmuş ve bulutlara yükselmiştir (Ocak, 1983:180). 
Bu motiflere hem Budizm hem de Şamanizm inancında rastlamaktayız. Fakat “havada uçma” 
özellikle Budizm inancında görülen mistik yöntemlerden biridir. 
 
 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder