17 Ekim 2013 Perşembe

KÜLT NEDİR ? ANADOLUDA YAŞAYAN KÜLTLER

Kült

 Kült kelimesi Fransızca “culte” kelimesinden Türkçeye geçmiştir. Kelimenin aslı Latincedeki “cultus” yani tapınma anlamına gelmektedir. Kült kelimesi, tapma, tapınım, din, dini merasim ibadet, ayin gibi anlamlarda kullanılmıştır. Kült, belli ilahlara karşı sesli veya sessiz; hareketli veya hareketsiz; dua veya niyaz şeklinde olabileceği kabul edilir.  
Türk kültüründe kültler, doğrudan tanrılarda bağlantılı unsur olmamış ve tanrı ile irtibatı sağlayan vasıtalar olarak algılanmıştır ki bunun bariz örneği ağaç kültünde karşımıza çıkmaktadır. 
 Kült konusunu ayrıntılı ö ğrenmek için Pervin Ergun’un “Türk Kültüründe Ağaç Kültü,” (2004), kitabını okuyabilirsiniz. 
Kült din anlamında kullanılmasına karşın sosyolojik bağlamda toplumun genel inanç ve ibadetlerinin dışındaki uygulamaları olarak ifade edilebilir.  Yani her ne kadar kült, genellikle din anlamında ele alınsa veya belirtildiği gibi dini bir grup olarak tanımlansa da, dini öğeler içermek zorunda değil folklorik unsurlar ihtiva edebilir.  
ANADOLU’DA YAŞAYAN KÜLTLER


 Milletlerin teşekkülünün en önemli aşamalarından birini kültür oluşturmaktadır. Kültürün oluşumu ne kadar yavaş gerçekleşirse onun değişimi de o kadar ağır bir seyir içindedir. Değişimle beraber eskiye ait ne varsa tamamen ortadan kaldırılmamış ve bir müddet yeniliğe karşı direncini sürdürmüştür.  Türkler Anadolu’da hiç alışık olmadığı yeni bir kültür ortamıyla karşılaşmış, bu süreç bir hayli sıkıntıları beraberinde getirmiş ve yeni zenginliklerin de habercisi olmuştur. Örneğin Türklerin İslamlaşma öncesine ait çeşitli dinlere ait mirası ile Anadolu’daki yerel unsurların bileşkesi, bu kültürel çeşitliğin temel sebepleri arasındadır.  
Türklerin Anadolu macerası s ırasında tamamen İslamlaştığını ifade etmek güçtür. Zira  bu sürecin XIV. yüzyıla kadar devam ettiği kabul edilir. Bu süreçte Budizm, Şamanizm, Maniheizm, Mazdeizm gibi İslam öncesi izlerden ayrıntılar bulunmaktadır. Bu izler daha çok şehirleşmemiş ve İslamı tam anlamıyla özümseyememiş kitlelerde hissedilir olmuştur.    
    

11 
Doğa bütün insanlığın ortak malı olarak kullanılmıştır. Eski çağlarda her kavim veya topluluk tabiat ile iç içe yaşamış ve kendini tabiatın içinden bir parça olarak algılamıştır. Bu algılama ile birlikte tabiattaki bazı unsurları kendisine kutsal atfetmiştir. İşte bu çerçevede Anadolu’da yaşayan kültleri kısaca ele almaya çalışacağız.       
   
Atalar Kültü

 Geçmişi Hunlar zamanına kadar geri götürülmektedir. Coğrafya olarak da Kuzey ve Orta Asya kavimlerinde izlerine rastlanmıştır. Öz itibariyle atalara saygının yerine getirilmesine dayanır ve yılda en az bir kere tören düzenlenerek ataların ruhları için kurban kesildiği kabul edilir. Eski devirlerden başlayarak günümüze kadar intikal eden atalar kültü, büyük oranda ataerkil aile yapısıyla etkisini sürdürmüştür. Hatta atalar kültünün en önemli ayrıntısı olarak ölüler eşyalarıyla birlikte defnedilmiştir.  
Hunlar zamanında vefat eden büyüklere saygı ifadesinin gereği olarak İlkbaharda atalarının ruhlarına kurban sunmuşlardır.  
Günümüzde Anadolu’da devam eden büyüklere saygı ifadesinin İslam öncesi döneme kadar uzanan geçmişin devamı olarak bakmak mümkündür. Zira aile içindeki hiyerarşide oturma düzeninden, toplu mekanlardaki konuşma adabına kadar geniş bir alanda var olan bu tür ayrıntılar bu kadim kültün devamı olarak yorumlanabilir.  

Ağaç Kültü Ağaç

 kültü, temelde ağaçlara saygı esası veya ağaçların taşıdığı ruha karşı saygı ve ağacın yararlılıklarına karşı duyulan saygı anlayışıdır. 
Türk yaradılış kozmogonisi içinde ilk insanın dokuz budaklı dalın altında yaratıldığına inanılmıştır. Ağacın yüksekliği ona ulviyet kazandırmış, hatta gökyüzündeki cennete kadar uzandığı kabul edilmiştir.   
“Kozmik ağaç” veya “Hayat ağacı” olarak ifade edilen ağaç, dünyanın tam ortasından yükselerek kökleri yer altına kadar iner ve dalları da dünya dağının zirvesine kadar yükselirdi. Ebedi canlılığın sembolüdür.  Böylece bu kutsal ağaç, dünyanın her üç katını -gök, yer ve yer altı dünyaları arasında irtibat kurmuştur. Bu oluşum kimi zaman “evrensel sütun” kimi zaman da “kozmik dağ” olarak  anlamlandırılmıştır. Bu yönüyle hayat ağacı, merkez kavramına karşılık gelmektedir. Hayat ağacının yedi dalı olduğu, bu dalların her birinin göğün katlarına tekabül ettiği ifade edilmektedir.  Aynı a ğacın yapraklarında insanların kaderi yazılı olduğu ve her bir yaprak düştüğü anda insan hayatı son bulmuş oluyordu. Hayat ağacı, canlıların hayat kaynağı olan öz suyunu bünyesinde barındırdığı kabul edilir. Hayat ağacının tepesinde çift başlı kartal tünemektedir. Hayat ağacı, aynı zamanda göğün direği olarak algılanmıştır. Göğün direği ile çadırın direği arasında benzetme yapılırdı.  
Türk inanç sisteminde tanrıya adak adamak, kurban kesmek gibi ayrıntılar bilinmektedir. Tek veya kutsal kabul edilen ağaçlara bez bağlamak suretiyle tanrıya niyazlar gerçekleştirilmiş oluyordu. İçinde bulunduğu felaketten kurtulmak isteyen insanoğlu, ağacı bir kurtuluş vesilesi veya vasıtası olarak görmüştür.   Ulu ağaç kültü, Türk devlet geleneğine kadar sirayet etmiştir. Bu ulu ağaç, Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey’in rüyasına konu olmuş ve kurulacak devletin dünyanın her tarafına dal-budak salacağı, gölgesinin dört bir tarafı örteceği müjdelenmiştir.  
Ağaç motifi olan kayın, Altaylarda şaman ayinlerinde, doğum, düğün ve bayramlarda önemli unsur olmuştur. Ataların hayatları bu ağaca bağlanırdı. Altay şamanlarının inancına göre, insanlar yaratıldıkları zaman ilk kayın ağacından Umay Ana ile beraber yere inmiştir. 
Türk kültüründe mezarlık ve türbeler civarındaki ağaçlardan meyve almak veya oradan ağaç kesmek yasaklanmıştır. Anadolu inanış biçimleri arasında “Evliya Ağaç” olarak  adlandırılan ağaçlar dikkat çekmektedir. Bu ağaçların tek ve benzersizliği, onun sonsuzluğunun işareti olarak algılanmıştır. Bu kutsiyet sebebiyle olmalıdır ki, bu tür ağaçlara dokunmak yasaklanmış ve kesilmesi günah addedilmiştir. Cenaze defnedildikten sonra mezarın üzerine ağaç dikilerek onun canlılığı temin edilmiş oluyordu.  
    

12 
Menkıbelerde ağaç motifi yer almıştır. Mesela şeyhlerin veya evliyaların sıkça oturduğu kalktığı veya altında ibadet ettiği ağaç gölgelikleri belli müddet sonra kutsal mekan haline getirilmiştir.  
Yine menkıbe ve masallarda rastlanan bir diğer ayrıntı ağacın şeyhe kucak açması ve şeyhin onun içine gizlenmesidir. Örneğin Hacı Bektaş menkıbesinde böyle bir ayrıntı geçmektedir. Hacı Bektaş’ın Hırka Dağı’na çıkarak bir ağacın altına gizlenmiş ve ağaç onun için bir çadır haline almış ve onu uzun müddet insanlara karşı korumuştur. 
 Bu hususta ayrıntılı bilgi için Ahmet Yaşar Ocak’ın “Alevî  ve  Bektaşî İnançlarının İslam Öncesi Temelleri,” (2007) adlı kitabını okuyabilirsiniz.  

Dağ ve Tepe Kültü Dağ

 ve tepeler, coğrafyanın yüksek noktalarını teşkil etmeleri sebebiyle yükseklik algısıyla birlikte telakki edilmiştir. Göksel yapılanmanın dışında yükseklik anlayışı dağ ve tepelerle anlamını bulmuştur. Böylece bu mekanlar gizem ve kutsal mekanlar olarak görülmüştür. Paganist inanç sistemlerinde yüksek dağlar, tanrıların mekanı olarak kabul edilmiş ve hatta buralarda tanrı ve tanrıçaların meclisleri tasavvur edilmiştir. Bu minval üzere, her bir kültür çevresi kendi bağlamında bir dağı kutsamış ve onu erişilmez olarak görmüştür. Örneğin; Yunanlıların Olimpos’u, Türklerin Ötüken’i sayılabilir. 
Türklerde dağlar, Gök Tanrı’ya yakın olması ve bazen de ona ev sahipliği yapmasıyla kutsal mekanlar olarak kabul edilmiştir. Bu dağlar, evrenin merkezi olmaları sebebiyle kozmik işleve de sahip olmuşlardır. Ayrıca Türk mitolojisinde dağlar, etrafında yaşayan insanların koruyucusudur, onların vatan anlayışını şekillendiren en önemli tabiat unsurlarıdır. 
Eski Anadolu menkıbeleri ve velâyetnâmelerde dağ ve tepelerin kutsiyetine dair bilgiler mevcuttur. Hacım Sultan Velayetnâmesi’nde, Hacım Sultan’ın Germiyan ilindeki bir tepede yemeden içmeden günlerce kaldığı ifade edilir. Bu süre bazı kaynaklarda kırk gün olarak ifade edilmiştir. Yine Anadolu’da bazı evliyadan bazı isimlerin dağ başına zaviyeler inşa ederek oralarda inzivaya çekildiği bilinmektedir. Hatta bazı örneklerde Evliyaların dağların zirvelerine defnedildiği aşikârdır.  Anadolu’da en çok bilinen Hacı Bektaş menkıbelerinde Hacı Bektaş’ın Arafat Dağı’nda inzivaya çekilmesi, İslami motifle bütünleşmesi olarak ifade edilebilir. Hac ibadetinin önemli bir kısmını teşkil eden Arafat, Hacı Bektaş için Allah’a ibadet mekanı olarak tercih edilmiştir ki kutsal mekanın böyle bir menkıbenin parçasını teşkil etmesi, İslami boyutla örtüşmektedir.  İslami içerikli menkıbelerde dağ motifi büyük oranda Hz. Muhammed’in Hira Dağı’na çıkışı ile bağlantılıdır.  
 İslam öncesi betimlemesiyle Ötüken dağı ormanlarla kaplı ve Hakanın çadırının bulunduğu mekan olarak takdis edilmiştir.  
Dağ kültünün özellikle İslam öncesi Asya coğrafyasındaki Altay Dağları gibi örnekler, kurbanların sunulduğu ve törenlerin tertip edildiği yerler olmuştur.   
Dünya modelinde dağın, yerin ekseni olması inancı dünya dağlarının veya demir dağların varlığına inancı doğurmuştur ki, bu da genel anlamda dağ kültünün bir başka boyutudur. 
Ormanla birleşen dağ, eski Türklerin kutsal merkez anlayışını oluşturmakta ve devletin merkezi görevini üstelenmektedir. Nitekim Göktürkler ve Uygurlar döneminde dağlık ve ormanlık bölge olan Ötüken, devletin merkezi olmak görevini üstenmiştir. Merkez her zaman kutsal bir görev üstlendiği için, dağlar ve orada olan her şey kutsanmış olarak kabul edilmiştir. 
Dağ başında inşa edilen türbe veya yatır tarzı mekanların varlığına Anadolu’nun çeşitli yerlerinde rastlamak mümkündür. A. Yaşar Ocak’ın ifadesine göre bunlar daha çok sembolik mekanlardır.  
Bir başka yaklaşım tarzıyla dağlar kahramanların saklandığı yerdir. Köroğlu destanında kahramanlık vurgusunun cereyan ettiği mekandır. Dede Korkut kitabında kahramanlar ile dağlar arasında öyle bir ilişki kurulmaktadır ki bir anlamda dağ, insanlara çare üreten manevi merkez durumundadır. 
    

13 
Taş ve Kaya Kültü 

Taş ve kaya meselesi tabiatın bir parçasıdır. Dolayısıyla insanların ilgisini çekmiş ve taşın türü, büyüklüğü gibi unsurlar cazibe merkezi haline gelmiştir. Taşın şekli, büyüklüğü taş üzerinde farklı kültlerin doğmasına vesile olmuştur. Örneğin Taşın şeklinin bir hayvana benzetilmesi sonucu, benzetilen isimle anılmış veya taşın büyüklüğünün etkileyiciliği onu erişilmez mertebesine yükselttiği olmuştur. Ayrıca taşın yapısından kaynaklanan sert ve kalıcılığı sonsuzluk sembolü olarak algılamıştır. Türklerin yaradılış efsanelerinin içinde taşla ilgili ayrıntı dikkat çekmektedir. Yaratılış efsanesinde her taraf sularla kaplı iken insanın kaya üzerinden yükselerek hayata tutunması konu edilmektedir. Yine Türklerde gökten inen nur sütunu taşlaşarak yeşim taşı meydana getirmiş ve onun daha sonra Kutlu dağa dönüştüğü kabul edilir. Kutlu dağa saygı gösterildiği sürece de devletin baki kalacağına inanılmıştır.    
Taşla ilgili en çok karşılaşılan “Yada taşı”(Yağmur taşı) meselesi olmalıdır. Yada taşı, yağmur yağdırmak, kar yağdırmak, yangın söndürmek ve rüzgar estirmek amacıyla gerçekleştirilen bir tür kamlık olarak ifade edilmiştir.  Bu taşa, aynı zamanda, Yağmur boncuğu da dendiği olmuştur. Aynı taşın insanları şimşek ve yıldırımlara karşı kuruduğuna inanılmıştır. 
 Bu hususta ayrıntılı bilgi için Hikmet Tanyu’nun “Türklerde Taşla ilgili İnançlar, (1968) ve Abdülkadir İnan’ın Tarihte ve Bugün Şamanizm” (1954) adlı kitaplara bakabilirsiniz. 
Yine Türk kültüründe bazı taşların şifa bulmak amacıyla yararlanıldığı bilinir. Bazı taşların bazı hastalıkları iyileştirdiği kabul edilmiştir. Örneğin sırt rahatsızlıklarında “Yılancık taşı” denilen taştan şifa bulunulacağına inanılmıştır.  
Anadolu’da özellikle Hacı Bektaşi Veli ile ilgili menkıbelerde kaya ve taş motiflerine rastlamak mümkündür. Mesela, Hacı Bektaşi Veli’nin Evliyalığı’nı kabul etmeyen birine bunu ispat etmek için bıçağını kayaya vurması ve onu iki parçaya ayırması gösterilebilir.  Yine Evliyaların taşa binme motifi, menkıbelerde en çok rastlanan ayrıntılardan biri olmuştur. Örneğin Seyyid Harun ile Dediği Sultan’ın karşılaşmasında Seyyid Harun’un misafirini kayaya binerek karşılamaya çıkması anlamlıdır. Anadolu’da Hz. Ali’nin ayak izlerini ihtiva ettiği gerekçesiyle kutsallık atfedilen kayalar da mevcuttur. Buradaki kutsiyet Hz. Ali’ye duyulan aşırı saygı ve sevginin somut bir objeye intikali şeklinde düşünülebilir. Bu sayede bazı taşlar, dolayısıyla mekânlar, ziyaret edilir olmuştur.  

Su Kültü

 Hayat suyu, bütün mitlerde kozmogonik bir motif olarak yer almıştır. Tüm tohumların taşıyıcısı olan bu su, her derde devadır, iyileştirir, gençleştirir, hayatı sonsuz kılar.  
Eski Türk inançlarında, yer gibi su da ıdık, yani kutsaldır. Bu kavramın içine bütün ırmaklar, göller, coşkun akan bütün sular ve pınarlar da dahil edilmektedir. Türkler suyu, kuvvet ve bereket kaynağı olarak kabul etmişlerdir. Bereket özelliği ile hayat kaynakları içinde yer aldığına inanılan su, çok sık söylenmese de toprak gibi ana(temel) olarak kabul edilmektedir. Yağmur şeklinde gökten nazil olması sebebiyle kutsallık ifade etmektedir. Kutsal yer-su ruhları, Göktürklerin kaderini tayin etmektedir. Tonyukuk yazıtlarında, vatanın korunmasında rol alan yer-su ruhlarının önemi açıkça ifade edilmiştir. 
Dünyanın yaratılışı ile ilgili mitlerin çoğunda, dünyanın başlangıçta bir okyanustan ibaret olduğuna inanılmaktadır. Sümer mitolojisinden Yunan mitolojisine kadar oldukça geniş repertuarda hep suya atıf bulunmaktadır. 
Türklerde suya bağlılık inancı, ona kutsallık vermekle birlikte ölümsüzlüğü de bahşettiğine inanılmaktadır. Fakat bu su diğer sulardan ayrılmakta ve “Hayat suyu” olarak anılmaktadır. Bu unsur, Eski Türk inanç sistemi içinde yer almakta ve bir çok Türk boyunda görülmektedir. Bazı Altay efsanelerine göre, göğün on ikinci katına kadar uzanan Dünya Dağı’nın üzerinde bir Kayın ağacı vardır. 
    

14 
Hayat Suyu da bu kayının altındaki kutsal bir çukurda bulunmaktadır. Bu suyun başında yine kutsal sayılan bir bekçi ruh yer almıştır. 
Su kültüyle ilgili önemli ayrıntılardan biri pınarlardır. İyileştirici özelliklere sahip olduğu kabul edilen belli pınarlar bazı hastalıklara iyi geldiği kabul edilmiştir.  
Ateş Kültü Başta Hindistan ve İran olmak üzere birçok milletin kültüründe ateş kültü ile ilgili unsurlar bulunmaktadır. Zerdüştlik ve Mazdeizm gibi dinlerdeki dini muhteva ve Orta Asya ikliminin zorlamalarına bağlı olarak ateşle ilgili kültler doğmuştur. Hindistan’da Agni, ateş ilahıdır. Agni, Ateşle ilgili tüm faaliyetlerin merkezinde bulunmaktadır. Hind kültüründe Agni, ocak ateşi ile ilgili bir kutsallık arz ederken, büyüye karşı da koruyucu bir özelliği dikkati çekmiştir. Ateşin, tedavi edici gücüne daima inanılmıştır. Düğünlerde ateş yakılmakta ve en önemlisi de cenazeler yakılmaktadır.  
Eski İran'da da ateş kültü önem arz eder. İran Mecusiliği ateş kültünün üstünde yükseliyordu. Eski İran'da ateşgede olarak adlandırılan tapınaklar vardı. Burada ateş söndürülmeden sürekli yanmaktaydı. Ateş, İran dini inancında çok önemli bir yeri olan Ahuramazda’nın nuru olarak kabul edilmiştir. Zerdüşt’ün dini prensiplerindeki Ahiret inancında kötüler ateşle cezalandırılacaklardır. Sasaniler döneminde de ateş İran milli birliğinin sembolü olarak düşünülmüştür.   Eski Yunan ve Roma'da kutsal ateş fikri ve kültü vardı. Yunanda, Hestin kutsal ateşin korunduğu yerdi. Roma’da ise Vestiya aynı görevi yerine getiriyordu. Bu mabette hizmeti, kutsal bakireler yürütmekteydi. Eski Yunan ve Roma’da her evde kutsal bir ocak bulunmaktaydı, bu ocakta sürekli ateşler yakılıyordu. Bu ocağın o toplumun güvenliğini sağladığına, askeri koruduğuna inanılıyordu.  
Bu inançlar, Anadolu'da da görülmektedir. Frigya kalıntısı olan heykellerin ellerinde aydınlık tanrıçası olarak meşaleler bulunmaktadır. Eski Yunanda, olimpiyat ateşi ve onunla yakılan meşale kutsal bir anlam taşıyordu. Eski Mısır’da ve Babil’de de Ateş kültü vardı. Bu medeniyetlerde de ateş iki önemli özellik arz ediyordu:  
Cezalandırma ve temizleyicilik. Bunun için işkence genelde ateşle yapılıyordu. Hz. İbrahim’in, kavmi tarafından ateşe atıldığını ve ateşle cezalandırılmak istendiğini Kur'an-ı Kerim’den  öğreniyoruz.  Orta Asya Türk boylarından Yakutlar, Başkırtlar, Kırgızlar bu konuda önemli bir yer tutmaktadırlar. Tanrı Ülgen’in yeryüzüne gönderdiği elçisine ateş yakmayı ve ateşte eti pişirmeyi öğrettiği anlatılmaktadır. Ateşle yakın ilişkisi olan ocak, Türk efsanelerinde Altay ve Yakutlarda  saygı unsuru olmuştur. Ateşin su ile söndürülmemesi, tükürülmemesi gibi kurallar Altay boylarında önem arz etmiştir.  
Hacı Bektaş-ı Veli menkıbesinde Ahmed Yesevi’nin halifelerini geniş bir avluda toplaması esnasında ulu ateş yakılarak halifeler burada oturmuşlar ve bu esnada Hacı Bektaş’ın Anadolu’ya gönderilişi aktarılmaktadır. Aynı menkıbedeki bir diğer olay Hırka Dağı’nda geçmektedir. Hacı Bektaş müritleriyle Hırka Dağı’na çıkar ve çalı-çırpı toplanarak büyük bir ateş yakılır. Hacı Bektaş-ı Veli bu ateşin etrafında sema’a başlar, müritleri ona iştirak eder ve kırk defa döndükten sonra sema tamamlanır. Sonra Hacı Bektaş h ırkasını ç ıkararak ateşe bırakır, yanan hırkanın külleri tepeye savrulur. Küllerin düştüğü yerlerden meşe ağaçlarının yetiştiğine inanılmıştır. 
 Bu konuda Ahmet Yaşar Ocak’ın “Alevî ve Bektaşî İnançlarının İslam Öncesi Temelleri,” (2007) adlı kitabını okuyabilirsiniz. 
Anadolu’daki Türkler hâla ocak konusunda saygılı davranmaktadırlar. Her evin ocağının yanması, bacasının tütmesi, ata saygısının bir ifadesi olarak kabul edilmektedir. En kötü beddualardan biri, “ocağın sönsün” şeklindeki bedduadır. Bu neslin kuruması ve soyunun devanı etmemesi şeklindeki bir temenninin ifadesi olarak kabul edilmektedir. Ayrıca ateşin üzerine bitkiler koyarak tütsüleme uygulamaları hastalık ve kem gözlere karşı  koruyucu olarak kabul edilmiştir. Hatta yanan ateşin üzerine su dökülmesi men edilmiştir. Ateşin üzerine bıçak tutulması yasaklanmıştır. 
    

15 
Anadolu’da yaygın olan “Alazlama” adeti de, hastalıkların ateşle temizlenmesi amacını güden Kırgızlardaki “Alazlama”nın bir uzantısı olarak görülmektedir. Yine bazı Türk boyları, yemin merasimlerinde ateşi kullanırlardı. Kesilen kurbandan bir parçanın ateşe atılması ve ateşle fala bakma adeti Yakut Türklerinde görülmektedir. Eski Türk boylarında yas günü de ateş yakılırdı. Anadolu’da hala, akşam evden eve ateş verilmemekte, eğlence günlerinde ateşin üzerinden atlanılmakta, hastaların ve yeni doğan çocukların ateş karşısında tutulma adetlerinin devam ettiği görülmektedir.  
İslam dininde ateş genelde cehennemle ilgili olarak kullanılmıştır. İslamiyet’te ateş, bir kült konusu olmamıştır. Ancak, Müslümanlar ateşle ilgili kült kalıntılarını izlerini devam ettirmektedirler. Mesela, Hıdrellez ve Nevruz’da ateş yakmak gibi ayrıntılar sayılabili

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder