2. Tarımcı ve Göçebe Topluma Özgü İnançlar
Tarımsal ekonomi içinde insan, zaman perspektifini planlayarak örgütlü bir
duruma sokmuştur. Buna bağlı olarak insan yaşamının evreleri, çeşitli açılardan
döngüsel bir sistemde düşünülmüş ve böylelikle animist avcı-toplayıcılardaki ölüm
sonrası hayat inancı, neolitik toplumlarda daha sistemli hiyerarşik bir düzene dönüşmüştür6. Tarım merkezli ekonomi, mevsimlerin düzenli takibini gerektirdiğinden
güneşin ve yıldızların hareketleri gözlemlenmiş, toprak ile gök arasında ilişki kurularak
gökle özdeş dinsel inanç sistemleri geliştirilmiştir. Nitekim Orhan Hançerlioğlu, insan
düşüncesinde başlayan inanç ilkelerinin tarım gereksinimleri için göğe yöneldiğini,
tarımı başarmak içinse göğün gözetlenmesi gerektiğini ve buna bağlı olarak bitkilerin
verimi için gerekli mevsimsel değişimlerin gök cisimleriyle ilgili olduğundan dolayı
tanrı fikrinin gökleştiğini ifade etmiştir (Hançerlioğlu 1995: 24). Ancak yazarın bu
tespitinde sınırlamanın sadece bitki yetiştirici toplumlarla yapılması, göçebe toplumların 4 Neolitik devrimle ilgili ayrıntılı bilgi için bk. (Childe 2004). 5 Sibel Özbudun, arkeolojik veriler ışığında, bu kurumsallaşmayı gerçekleştirenlerin Ön Asya bölgesindeki Güney Mezopotamya’da bugün tanımlandığı biçimiyle devlet kurarak uygarlığa nihai adımı atan Sümerler olduğunu ifade etmiştir (Özbudun 1997: 60). 6 Alâeddin Şenel’e göre, ekonomik ve toplumsal konularda ilerisini düşünücü, kendini tutucu davranış alışkanlıkları, neolitik insanın düşüncesine de önemli bir boyut kazandıracaktır. Daha önce halde ve geçmişte yaşayan insan, geleceği de düşünerek üç boyutlu bir zaman kavramına sahip olacaktır. Geçmişi düşünmenin düşleri, mitosları; hali düşünmenin anlık tepkileri geliştirmesine karşılık; geleceği düşünmek planlamayı, örgütlemeyi, umut etmeyi geliştirir ve bu gelecek düşüncesi, ölümden sonraki geleceğe dek uzanabilir. Öteki etmenlerle birlikte, dinsel düşünüşün temelindeki düşünsel etmenlerden biri budur (Şenel 1982: 164).
inançlarında göğe tanrısal özelliklerin verilmesini açıklamakta yetersiz kalmaktadır.
Göçebe ve yarı-göçebe toplum, sürülerinin beslenmesi ve üremesi noktasında yine
doğaya bağlı kalan bir ekonomik yapıda varlığını sürdürdüğünden dolayı yukarıdaki
tespite neolitik göçebeleri de katmamız gerekmektedir.
Tanrı düşüncesinin gökle paralelliği, tanrıların kendi mekânlarında dünyadaki
hayattan oldukça farklı bir biçimde varlıklarını sürdürdükleri inancı, insan zihninde
kayıp cennet mitlerinin köklerini atmış, yeryüzünü bu mekândan ayrı bir sürgün yeri
olarak konumlandırmanın dinsel zeminini oluşturmuştur. Bu düşüncenin kaynağı
kuşkusuz Sümer teolojisidir. Bu baskın düşünceyi Sümer teolojisinin gücüne, Sümer
teolojisini ise Sümer rahiplerinin aynı zamanda astronomiyle ilgilenmelerine bağlayan
Tokarev, Sümerlerde astronominin hızlı bir şekilde gelişmesiyle beraber Sümer dininin
tabiat güçleriyle yakın ilişki içerisinde olmasının rahiplerin evren ve insan hakkında
ilksel unsurlar taşıyan teolojik bir sistem oluşturmalarına neden olduğunu ifade etmiştir
(Tokarev 2006: 369).
Neolitik devrimle uygarlığa ilk adımı atan, örgütlü otoriteye sahip bir toplum
olan Sümerlerin eskatolojik mitlerinde ölümden sonra hayat vardır; ancak bu hayatta iyiler ve kötüler arasında bir ayrım yoktur. Sümerlerde ölen kişi, Kur7 adı verilen ölüler
diyarına gitmekte ve burada yeryüzündeki yaşamın değişik bir biçimini devam ettirmektedir8.
Sümerlerde ilahi ceza telakkisi, yaşanılan dünya ile sınırlıdır. Altuncu’ya göre,
Sümerler, yeryüzünde sorunlarla karşılaşılmasını, felaketlerin ve ölümcül hastalıkların
meydana gelmesini tanrılarla ilişkilendirmişlerdir. Bütün bu olumsuz durumlara neden
olarak tanrıları memnun edememe kabul edildiği için cezanın da bu dünyada verildiği
inancı doğmuştur. Sümerlere göre, gündelik hayatlarında sıklıkla karşılaştıkları, sefalet,
hastalık, ölüm, yoksulluk, ağır yaralanma, yıkım, savaş, felaket, yırtıcı hayvanların
zararı gibi ceza telakkileri tanrılarla bağlantılıdır (Altuncu 2011: 65).
Sümer teolojisine göre, bir kimse öldükten sonra o kişinin ruhu bedeninden
ayrılır, gölge veya hayalet gibi yarı cisme sahip bir varlığa dönüşür. Edimmu olarak 7 Kur kelimesi ile Orta Asya’da, eski Türkçede mezarlara Kur, Kurgan ve Gorgan isimleri verilmesi arasında ilginç bir benzerlik vardır. Bu benzerliğe dikkat çeken çalışma için bkz. (Gerey 2005: 93). 8 Konuyla ilgili bir çalışma yapan Abdullah Altuncu’ya göre, Sümerlerde yeryüzünde geçici bir hayata layık görülen insanın ölümden sonra yeraltı dünyasına gideceği düşüncesi bulunmaktaydı. Kur adı verilen bu dünyanın bir diğer ismi ise ölüler diyarıydı (Altuncu 2011: 66).
isimlendirilen bu ruh yükselir ancak ölümle tanışan bedenle tam olarak münasebeti
kesilmediği için ancak defnedildikten sonra rahat edebilir. Edimmu’nun yeraltı
dünyasına geçebilmesi için defnedilmesi şarttır ve bu zaman gelinceye kadar ruh
başıboş bir şekilde yeryüzünde dolaşır (Günaltay 1987: 505). Ali Narçın’a göre, Kur,
yeryüzüyle asla kıyaslanamayacak kadar kötü bir yerdir. Burada en önemli kralların ve
iyi insanların bile rahat edemeyeceğine inanılırdı. Bunun sebebi, Kur’un kötü ve
sıkıntılı bir yer olmasıyla beraber aynı zamanda evrenin yaratılışı sırasında konulan
kurallara göre inen kişinin bir daha Kur’dan çıkamayacağı yasasıdır (Narçın 2007: 238).
Kur olarak adlandırılan yer, her ne kadar cehennem düşüncesinin ilkel bir biçimi
olarak tasvirlenmiş olduğu görülse de, karşıtlık ve buna bağlı olarak ödül ve ceza
paradigmasının henüz ortaya çıkmadığı anlaşılmaktadır. Sümer kozmogonisinde geçen tanrıların yaşadığı yeşillikler içinde güzel bir yer olan Dilmun’u9 Kur’un karşıtı olarak
düşünmek oldukça zorlama bir yorum olacaktır. Çünkü Dilmun, insanın yaratılışından
önce adı geçen, sadece tanrıların yaşadığı bir yerdir ve burası en azından erken Sümer eskatolojisinde bir ödül olarak gidilebilecek bir yer değildir10.
Kur’un erken dönem Sümer mitik metinlerindeki tasvirleri, karanlık ve kasvetli,
kurtların delik deşik ettiği insanların bulunduğu, toz ve toprak içinde, çamur yenilen, kirli su içilen bir yer olduğuna odaklanmıştır11. Zaman içinde Kur inancı evrilmiş,
yeryüzünde yaşamdaki hiyerarşik düzene benzer bir yapı, Kur içinde de geçerli hale
gelmiştir. Ölen kralların mahiyetleriyle, hizmetçileri ve muhafızlarıyla beraber
gömüldüğüne yönelik bulgular, ölüler diyarındaki hiyerarşi hakkında bilgi vermektedir. Sümer krallarının mezarlarına mahiyetiyle birlikte gömülmesi12, Kur’da sürdürülen
yaşamın yeryüzündeki yaşamın bir devamı şeklinde tezahür etiğini göstermektedir.
Burada yönetici sınıfın ve rahiplerin diğerlerine göre daha farklı konumları
bulunmaktadır.
9 Sümer’de belirtilen bu cennet, ölümlüler için değil, tanrılar içindir. Ancak tek bir ölümlünün bu cennete girme hakkı kazandığı da ifade edilmekle birlikte, bu ölümlünün kim olduğu ve hangi özellikleri taşıdığı açıklanmamıştır (Kramer 2002: 185). 10 Nitekim Muazzez İlmiye Çığ’ın aktardığı bilgilere göre, Gılgamış destanında, Enkidu’nun Kur’a gelmesinden sonra kralların, başrahiplerin, iyi ve doğru yaşayanların, kısacası her sınıftan bütün insanların Kur’da bir arada yaşadıklarını gören Gılgamış hayretler içerisinde kalmıştır (Çığ 2000: 54). 11 Konuyla ilgili bkz. (Günaltay 1987: 506-507). 12 Kemalettin Köroğlu’nun aktardığı bilgilere göre, yetmiş dört kişilik maiyetiyle birlikte gömülen kral mezarı ortaya çıkartılmıştır (Köroğlu 2011: 69).
Günaltay’ın vermiş olduğu şu bilgiler bizi Sümer eskatolojisindeki cennet
düşüncesinin, dahası insanlık tarihindeki cennet tasavvurunun ilk izlerine
götürmektedir: “...diğerleri ise dünyadaki konumlarına göre çok daha sıkıntılı bir yerde
olsalar da kötü bir yaşam süren edimmuların yanında onların konumları ve rahatları
oldukça iyiydi. Bunlar, ülkelerini iyi bir şekilde yönetmek için çalışan krallar, kendi
topraklarını kahramanca savunup ölen askerler, din adamları, adaletli tüccarlar ve
tanrıların isteklerini gözetip buna uygun bir şekilde yaşayan insanlardı. Bu kimseler
aileleriyle beraber istirahat döşeklerinde yatar ve temiz su içerdi. Ayrıca ölen kimseler
için geride bıraktıkları tarafından tanrılara adak sunulan kimseler de özel haklara
sahip olur ve diğerleri gibi kırıntı toplayıp çamur yemek zorunda kalmazdı” (Günaltay
1987: 506-507).
Toprağa bağlı yaşayan tarımcı toplumlar, ürünlerini göçebe toplumların
istilalarına karşı korumak için muhtemelen örgütlü bir askeri sınıf oluşturmuş, diğer
yandan da çeşitli üretim koşullarının etkisiyle sınıflı toplum ve köleci düzen ortaya
çıkmıştı. Bu yapı içerisinde sınıflı-tarımcı toplumda otoriteyi temsil eden gruplara özgü
gelişen ilk cennet inançlarında hiyerarşik düzenin öbür hayatta da devam ettiği
görülmektedir.
Krallar ve din adamları başta olmak üzere, öbür hayatta aynı koşullar altında
varlığını sürdüren edimmular arasındaki sınıfsal farklılığın temellerine geç dönem
Sümer inançlarında rastlamaktayız. Bu inanç sisteminde Kur’da yaşam tarzlarının
farklılaşması, Sümer kent devletlerinin Mezopotamya bölgesindeki diğer istilacı
kavimler tarafından sürekli tehdit edilmesiyle gerçekleşmiştir. Bölgelerini korumak için
askeri motivasyonu sağlayacak, dinsel argümanlarla halkı kıtlık dönemlerinde isyana
yönelmeyi engelleyecek unsurlardan biri de ölüler diyarında vaat edilen farklı yaşam
seçeneği sunulmasıdır. Belki de ilk olarak tanrılar adına savaşmanın, şehitlik gibi
kavramların bu dönemde ortaya çıktığını söylemek fazla iddialı bir tez olmayacaktır.
Egemen sınıfın ve bu sınıfa hizmet eden bazı grupların Kur’da diğerlerinden
farklı bir yaşam süreceği inancının temelini tarımcı kültürün sosyal tabakalaşmasında
aramak gereklidir. Kent devleti şeklinde örgütlenmenin zaman içinde bir krallığa
evrilmesi ve böylelikle bir müddet sonra merkezileşmesi, otoriteyi tanrısal gücün
temsilcisi veya bizzat bu gücü kullanma meşruiyetini elinde tutan elit bir sınıf haline
getirmiştir. Bundan dolayı öbür hayat düşüncesinde sınıfsal farklılaşma, yani diğer
adıyla cennet ve cehennem inançlarının ilk hali ortaya çıkmıştır.
Tarımcı toplumların tersine göçebe toplumların dini inanç sistemlerinde ahiret,
cennet, cehennem gibi kavramlar, çok daha geç dönemde ortaya çıkmıştır. Örneğin, eski Türklerde ölümden sonra hayat inancı13 vardır, ancak bu inanç, ilk dönemlerde animist
inançlar ile şamanistik sihir sisteminin bir sentezi sonucu oluşmuştur. Farklı ülkelere
göç eden, istila ve fetih hareketlerine katılan Türkler, zaman içinde Ön Asya’da
yeşermiş Semitik monoteist dinlerin ve kısmen de Zerdüştlüğün etkisiyle cennet ve
cehennem inançlarını ödül ve ceza paradigmasına oturtmuştur. Daha açık bir şekilde
ifade etmek gerekirse, eski Türklerin erken tarihi dönemlerinde cennet-cehennem inançları yoktur. Ancak, kimi araştırmacılar, uçmağ14 kelimesinden hareketle tanrı katı
olan gökyüzü ile cenneti birbiriyle karıştırmış, tıpkı Sümerlerdeki Dilmun, Tevrat’taki
Aden Bahçesi gibi teogonik bir mekânı ahlaki bir sistem ve ilahi ödülle özdeşleştirilerek
yanlış bir tespite neden olmuşlardır. Aslında bu inanç, daha sonraki dönemlerde ortaya
çıkmış olup bu inanç biçimini Zerdüştlük, Maniheizm, Hıristiyanlık ve İslamlık
dinleriyle temaslar şekillendirmiştir. Bu etkileşimin en tipik örneklerini Altay
şamanlığının ahiret inançlarında görüyoruz.
Murat Uraz’ın çalışmasında yer verdiği Altay yeraltı dünyasıyla ilgili bilgiler,
Ön Asya dini sistemlerinin etkisini göstermesi bakımından hayli önemlidir. Ancak
Sümerlerdeki Nergal ve Ereşkigal ile Erlik arasındaki benzerliklere değinirken
cehennem nitelemesi kanaatimizce yanlıştır. Çünkü Sümer Kur’u bir ölüler diyarıdır ve
cehennem düşüncesiyle eşdeğer değildir: “Altaylılara göre dokuz kat olan yer altı yahut
karanlıklar âleminde oturanların başında kötülük tanrısı Erlik gelir. Erliğin emrinde
bulunan ikinci derecedeki tanrılarla kötü ruhlar, zebaniler de orada bulunur.
Cehennem de oradadır. Körmösler, Azalar da Erlik’in emrini yerine getiren kötü
ruhlardır. Sümerlerin büyük tanrılarından da yeraltında oturanları vardır. Fırtına ve
13 Hunların cesetlerini mumyalaması, Hun ve Göktürklerin ölüleri eşyaları ve atıyla birlikte gömmeleri, Göktürklerin cesetleri yakarak ateşin temizleyici gücüne sığınmaları, öte dünya inancının belirgin bir biçimde var olduğunun göstergesidir. Bk. (Çınaroğlu 2008: 177). 14 Jean Paul Roux, “Altay Türklerinde Ölüm” adlı çalışmasında, uçmak kelimesinin etimolojisi hakkında oldukça ayrıntılı bilgiler vermiştir. Bu kelimenin daha çok Ortaçağ kaynaklarında kullanıldığını, Soğdcada cennet anlamına gelmesinden dolayı ruhun uçmasıyla ilgili anlamını zamanla kaybettiğini ifade etmiştir. Ayrıntılı bilgi için bk. (Roux 1999: 146-160).
cehennem tanrısı Nergal ile karısı Ereşkigal yeraltındadır. Hem Erlik’in, hem de
Nergal’in yeraltında muhteşem bir sarayı bulunmaktadır.” (Uraz 1992: 94).
Eski Türkler, yukarıda izah edilmeye çalışıldığı gibi, ruh düşüncesine animist
inançların etkisiyle ulaşmışlar ve zoomorfist bir algılamayla ruhu gökte uçan bir kuş
gibi düşünmüşlerdir. Ünver Günay ve Harun Güngör, Türklerdeki zoomorfizme dikkat
çekerek, ölülerin bir kuş gibi bu dünyayı terk ettiklerine inanıldığını, Göktürk
Kitabeleri’ndeki uçmak sözcüğünün de bununla bağlantılı olduğunu söylerler. Aslında
ölüm halinde ruhun bedeni bir kuş şeklinde uçarak terk ettiği tasavvuru, Türklerde çok
daha eski bir mevcudiyete sahiptir. Güngör ve Günay’a göre, modern etnografik
araştırmalar, Türk topluluklarında ruhun dünyada bir insan bedeninde cisimlenmeden
önce, gökte kuş şeklinde ikamet ettiğinin tasavvur edildiğini ortaya koymaktadır (Günay
ve Güngör 2003: 105).
Eski Türklerde öldürülen düşmanları temsilen mezarlara balbal dikme geleneği,
Ön Asya tarımcı toplumların ölü gömme geleneğinde bulunan yönetici sınıftan birinin
mahiyetiyle beraber gömülmesiyle bir benzerlik sunmaktadır. Bu gömme uygulamaları,
ölen kişinin yeryüzündeki hayatın bir benzerini öbür hayatta yaşamaya devam
edeceğine yönelik inançları göstermektedir.
Ünver Günay ve Harun Güngör’ün aktardığı bilgilere göre, Barthold, Eski
Türklerin inançlarında hesap günü, cennet-cehennem gibi kavramlara yer
vermediklerini ileri sürmüştür. Buna göre Barthold, eski Türk dininin ahlaki ideallerle
ilgili olmadığını, dolayısıyla da eski Türk kahramanlarının mezarlarına dikilen ve
onların öldürdükleri düşmanlarını temsil ettiği düşünülen balbalların öldürülen bu
düşmanların öldüren kahramanlara ahirette hizmet edeceği inancına bağlı olduğunu,
yoksa orada uhrevi sorumluluk ve hesap inancının bulunmadığını ifade etmiştir (Günay
ve Güngör 2003: 106).
Günay ve Güngör’e göre, geleneksel Türk dini içerisindeki iyi ve kötü ruh
ayrımı ile ölümden sonraki hayat ve iyilerin göğe yükselmesi inançları oldukça eskidir.
Buna karşılık cennet, cehennem ve hesap gibi dini kavramlar, zaman içerisinde ve
yabancı dinlerin de etkisi altında gelişme göstermiştir (Günay ve Güngör 2003: 107).
Yusuf Ziya Yörükan da Barthold gibi düşünmektedir. Yörükan’a göre, eski Türk
dininde cennet-cehennem gibi kavramlar yenidir; çünkü Türkler, hesap günü ve uhrevi
sorumluk fikrine sahip değildirler. Türkler, ceza ve mükâfatı ahirette değil, dünyada
kabul ederler. Ahiret öteki dünyadır. Ancak bu, dünyada herkes ne şekilde yaşamış ise
orada da aynı hal devam edecektir, demektir (Yörükan 2005: 63).
Yörükan, Türklerin, ölülerini eşyalarıyla birlikte gömmeleri inancını, Türk
inançlarına göre, insanların öldükten sonra da mal mülk edinebilecekleri inancına
bağlamaktadır. Araştırmacıya göre, Türkler, ahiret, cennet-cehennem, mahşer, hesap
gibi kavramların hepsine değil, belki sadece birine sahiptir. Bir insan savaş
meydanlarında ne kadar insan öldürürse, ahirette o nispette rahat edecek ve o kadar
hizmetçiye sahip olacaktır. Bu insanları öldürdüğünden dolayı ahirette mesul olacağı
fikri, daha sonraki devirlere ait bir mefhumdur (Yörükan 2005: 63-64).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder