Dr. Doğan KAYA
Türk kültür tarihinde halkın içinden çıkmış ve halka mal olmuş yüzlerce
isim arasında Nasrettin Hoca, seçkin bir yere sah*
iptir. Gerek Türkiye’de gerekse
Türk devletlerinde ve Avrupa’dan Asya’ya kadar Türklerin yaşadığı geniş
coğrafyada kendisine yer bulabilmiş ender şahsiyetlerden birisidir. Onu ölümsüz
kılan sebeplerin başında düşüncesi inancı, dünya görüşü, hazırcevaplılığı, mizahî
yapısı ve hadiseler karşısında sergilediği duruş gelir. Elimize ulaşan fıkralar
içinde pek çok zekice verilmiş cevapların yanında bir hayli de safça verilmiş
cevaplar vardır. Bu durum aklımıza; “Acaba Nasrettin Hoca saf biri mi idi?”
sorusunu getirmektedir.
Asıl konuya geçmeden önce akıl, saf, zeki, aptal gibi kavramlar konusuna –
özet de olsa- açıklık getirmenin yerinde olacağını düşünüyorum.
Berkeley Üniversitesi öğretim üyelerinden olan Ord. Prof. Dr. Carlo Cipolla
(Öl: 2000) Neşeli Öyküler adlı kitabında yayımladığı “İnsan Aptallığının Temel
Yasaları” başlıklı makalesinde akıl ve karakter bakımından insanları saflar, zekiler,
haydutlar ve aptallar şeklinde dörde ayırmıştır.†
Bunlar şu şekilde tanımlanabilir:
Saf: Yaptığı işlerle başkasına da yarar sağlayan, ancak kendi lehine bir
sonuç alamayan kişi.
Zeki: Yaptığı işlerle hem kendisine hem de başkasına yarar sağlayan kişi.
Haydut: Yaptıklarıyla kendine yarar sağlayıp başkasına zarar veren kişi.
Aptal: Yaptıklarıyla, kendisine hiçbir yarar sağlamayan üstelik bununla
başka birine zarar veren kişi.
Meseleye bu açıdan bakıldığında aptallığın en tehlikeli insanlık durumu
olduğu görülecektir. Aptallık en umulmadık yerde ve zamanda, sebepsiz yere
ortaya çıkabilir ve toplum içinde zararlar doğurabilir. Zarar verme özelliği, bu
nitelikteki kişinin toplum içindeki yerinin yüksekliği ile doğrudan ilgilidir.
Albert Einstein; “İki şeyin sonu yoktur. Biri evren, diğeri insanın aptallığı.
Birincisinden o kadar da emin değilim.” der.
Zekâ ve akıl ise, birbirine sıkı sıkıya bağlı iki olgudur. Zekâ: “İnsanın
düşünme, akıl yürütme, objektif gerçekleri algılama, yargılama ve sonuç çıkarma
yeteneklerinin tamamı, anlama yeteneği, dirayet, feraset.” demektir.‡ Akıl ise;
düşünme, şuurlu olma, bilme, anlama, hissetme ve kavrama gücüdür; zekânın
temelini oluşturur. Akıllı insanlar, gerek zihnî gerekse bedenî yönden olsun
kâinattaki olguyu, hadiseyi, durumu, davranışları değerlendirirler. Zekilik ise
zekâyı kullanabilme hızıdır. Normalden fazla ve farklı kavrama yeteneğine sahip
kişilere de “zeki” denir. Zeki insanlar, kendilerini ispat için hususi gayret sarf
etmezler, çünkü buna ihtiyaçları yoktur. Pratik ve hızlı düşünenler, anında cevap
verirler. Hazırcevaplılık zekâ ve pratik düşünme ile doğrudan ilgilidir. Howard
Gardner, zekâlarıyla kendilerini ön plana çıkarmış insanların (Yehudi Menuhin,
T.S. Elliot, Anne Sullivan, Virginia Wolf…) yeteneklerini incelemesi sonrasında
yedi değişik zeka alanının var olduğunu tespit etmiştir.§ Sözgelişi; T. S. Eliot 10
yaşındayken, “Fireside” adında bir magazini tek başına çıkarmış, üç günlük bir
kış tatili sırasında, derginin 8 sayısını hazırlamıştır.
Gardner’in tespit ettiği zekâ alanları şunlardır:
1. Müziksel zekâ (Keman virtüözi Yehudi Menuhin; 10 yaşındayken uluslar
arası bir üne sahipti.)
2. Bedensel kinestetik zekâ (Babe Ruth, Wayne Gretzky.)
3. Mantık-matematik zekâsı (Albert Einstein, Nobel ödüllü mikrobiyolog
Barbara McClintock)
4. Dilsel (sözel) zekâ (Dili kullanma yeteneğiyle Nobel Edebiyat Ödülü
kazanan T. S. Eliot.)
5. Görsel – mekânsal zekâ (Çizgileri, bazılarına göre Leonardo da Vinci’yi
hatırlatan otistik bir çocuk olan Nadia)
6. Kişiler arası iletişim (Helen Keller’in öğretmeni Anne Sullivan.)
7. İçe yönelik zekâ (Yazar Virginia Woolf)
Bu alanların her biri diğerinden bağımsız olmakla birlikte, herhangi bir
aktivite, bu zekâ alanlarından bir kaçının aynı anda aktif hale gelmesiyle oluşur.
Üstün zekâlılarda gözlemlenen örneklerde onların sakar, utangaç, sosyal açıdan
akranlarıyla uyumsuz olduğu görülmüşse de araştırmalar onların tam tersine
birçok şeyi ortalama insandan çok daha iyi yapabilen, uyumlu, sevilen kişiler
olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Biraz önce sözünü ettiğimiz saflık ise, insanlardaki arılık, duruluk halidir.
Aptal değillerdir, ancak etrafındakilerce tuhaf algılanmalarına yol açan söz ve
davranışlarda bulunurlar. Hatta gülünç duruma dahi düşebilirler.
Nasrettin Hoca, mizahî ve hazırcevap kişiliğiyle Türk düşünce dünyasının
başında gelen isimler arasında yer almıştır, hatta en önemli şahsiyetidir.
Nasrettin Hoca’yı ölümsüz kılan, şüphesiz mizahî şahsiyetidir. Mizahın ortaya
çıkmasında rol oynayan hususlar içinde, kişilerdeki zekâ ve saflığın önemli bir
payı vardır. Yaşayan nice mizahi ürün zekice yahut safça verilmiş cevaplar
sayesinde vücut bulmuştur. Kişilerin karakteristik vasıflarını bu iki unsur,
belirler ve şekillendirir.
Pratik düşünme ve en uygun tarzda cevap verip taşı gediğine koyma, yani
hazırcevap olabilme özelliği, -biraz önce de zikrettiğimiz gibi- şüphesiz zekâ ile
doğrudan alâkalıdır. Gelin görün ki Hoca’nın fıkraları içinde çok safiyane hatta
biraz daha ileri gidecek olursak, aptalca cevapları da görürüz. Onun latifelerine
saflık-zekilik çerçevesinde bakıldığında muhtelif cephelerin ortaya çıktığı
görülür. Kimi anlatmalarda Nasrettin Hoca karşımıza bön, saf, kaba, patavatsız,
sakar, aptal, beceriksiz olarak çıkar. Öyleki deniz yahut hayvanla diyalog
kurabilecek kadar saftır. Bundan dolayı kendisini komik duruma düşürür.
Hocanın bu durumu, onun saflığına bönlüğüne ya da aptallığına
yorumlanmamalıdır.**
Hoca kimi zaman da saflığın da ötesinde aptal biri görünümündedir,
muhakeme gücü yetersizdir, bazen de bunun tam tersine insanlara verdiği zekâ
ürünü cevaplarla, hikmet sahibi bilge bir şahsiyet olarak dikkati çeker.
Hoca, bu özelliklerinin yanında, daha pek çok niteliklere de sahiptir. Atak,
bilge, cahil, açıkgöz, anlayışlı, hoşgörülü, korkak, kurnaz, merhametli, sefil,
şaşkın, utangaç, umursamaz, uysal, vurdumduymaz vs gibi daha pek çok husus
Hoca’nın latifelerinde kendisini gösterir. O halde Hoca’nın karakteristik vasfı
bunlardan hangisidir? Hoca’yı nitelerken saf mı akıllı mı, aptal mı yahut bilge bir
mi diye vasıflandıracağız. Bu konuya açıklık getirmenin en mantıklı yolu da
bugüne kadar ulaşmış olan fıkralarını göz önüne almak olacaktır. Bugüne kadar
Hoca’yı ele alan önemli kitaplar yayımlanmıştır. Boratav††, Başgöz‡‡ ve
Kurgan§§’ın eserleri ilk akla genlerdir. Bizim ise bu çalışmadaki hareket noktamız
Veled Çelebi (İzbudak)’nin bin bir emekle hazırladığı ve Hoca hakkında
Türkiye’de yayımlanmış ilk büyük kitap olan “Letaif-i Nasreddin Hoca” adlı
kitap olmuştur. Söz konusu eser 1909-1938 yıllarında dördü Arap, üçü de Türk
alfabesiyle olmak üzere yedi kere basılmış, Hoca hakkında hazırlanan pek çok
kitaba kaynaklık etmiştir. Üzerinde çalıştığımız eser ise bu tarihlerden yıllar
sonra basılmış olan Mehmet Arslan ve Burhan Paçacıoğlu’nun Latin alfabesine
aktardıkları çalışmadır.*** Kitapta 415 adet latife / fıkra bulunmaktadır. Alıntı
yaptığımız fıkraların sonundaki Latife numaraları söz konusu esere aittir.
Sözünü ettiğimiz kitaptan aktardığımız şu fıkralarda Hoca, saflığın da
ötesinde aptalca davranışlarda bulunur.
Bir gün Hoca eşeğine binip şehir haricindeki bahçesine giderken yolda abdest
bozacağı gelir. Sırtından abdestliği çıkarıp eşeğin üstüne atar. Kendisi bir-iki adım-ileride
bir ağaç siperinde abdest bozar. O esnada bir hırsız gelip yavaşça Hoca’nın cübbesini alır,
götürür. Hoca gelir bakar ki cübbe çalınmış, heman eşeğin semerini sırtından çıkarır,
arkasına giyer. Eşeğin kıçına muhkem bir kamçı indirip, “Nasıl çaldırdınsa öylece getir
abdestliğimi, al semerini.” demiştir. (84. Latife)
Hoca, deniz kenarında gayet susamış. Nâ-çâr, bir miktar içmiş, harareti teskin
olmadıktan başka boğazı yanıp, midesi allak bullak olmuş. Biraz ileri gidip bir tatlı su
bulmuş, kana kana içmiş. Ve takkesini doldurup götürmüş, denize dökmüş. “Beyhude
köpürüp kabarma, boşuna âleme azamet satma, işte su dediğin böyle olur.” demiştir.
(122. Latife)
Bu fıkralarda suçlu olan; deniz yahut eşek midir, yoksa basiretsizlik örneği
gösteren Hoca mıdır? Bu tarz sözler söylerken aslında Hoca kedisiyle
hesaplaşmaktadır. Olacakları tahmin etmenin, tedbirsiz davranmanın olumsuz
sonuçlarını, bizatihi kişinin kendisi çekecektir. “Akılsız başın ceremesini ayak
çeker.” sözü de bunu doğrulamaktadır. Hoca’nın tavrı olumsuz sonucu
kabullenememiş ve buna müsebbip aramış. Hoca için muhatabın insan olma şartı
da yoktur. Bu yukarıda görüldüğü gibi deniz de olabilir, eşek de.
Şu fıkralarda da Hoca’yı aptalca davranışlar içinde görürüz:
Hoca hanesi içinde yüzük kaybetmiş, bulamamış. Çıkmış, kapısı önünde ararken
komşusu sual edip, içeride yüzük kaybettiğini anlayınca, “O surette içeride arasana.”
demekle Hoca, “İçerisi pek karanlık da onun için burada arıyorum.” demiştir. (108.
Latife)
Hoca’nın ağaca asılı olan gömleğini rüzgâr yere düşürmüş. Hoca, “Bize bir kurban
kesmek lâzım geldi.” diye kendi kendine söylenmiş. Haremi, sebebini sual eyledikte, “Ya
maazallah, içinde ben bulunaydım.” demiş. (130. Latife)
Hoca merhum bir gece telâşla haremini uyandırarak, “Aman karı, çabuk uykum
açılmadan şu gözlüğümü ver.” demekle haremi gözlüğü verip fakat bu derece telâş ve-
ihtimamının sebebini sual edince, “Bir güzel rüya görüyorum. Bazı yerlerini
seçemiyorum.” demiş. (268. Latife)
Hem ezan okur, hem alabildiğine koşardı. Sebebini sorduklarında, “Bakalım sesim
nerelere kadar işitilebiliyor, anlamak-istiyorum.” dedi. (310. Latife)
Evde kaybettiği yüzüğü evin içi karanlık olduğundan dolayı dışarıda
araması; ipte asılı gömleğin rüzgâr sebebiyle yere düşmesinden dolayı içinde
olmadığına şükredip kurban kesmesi gerektiği fikrine varması; rüyasında bazı
güzel yerleri seçemediği için karısını uyandırıp ondan gözlüğünü istemesi ve
nihayet kendi okuduğu ezan sesinin nerelere kadar ilerlediğini anlamak için bir
yandan koşması, ancak saf olmaktan da öte aptal bir insanın yapabileceği
davranışlardır. Acaba Hoca, gerçekten bu mizaca mı sahiptir? Bunun cevabı
ileride temas edileceği gibi üstün zekâlı biri olduğu şüphe götürmez olan Hoca
ile örtüşmemektedir. O halde Hoca, niçin böyle bir davranış içine girmektedir.
Bir kere Hoca karakteristik olarak mizahî bir yapıya sahiptir. Bu yönüyle değil
Türkiye’de, dünyada en önde gelen isimdir; dünyayı güldüren insandır.
Elbetteki başka milletlerde de mizahi tipler yetişmiş ve milletinin hafızasında iz
bırakmıştır. Bu yönde birçok çalışma yapılmıştır. Ben, burada, ele aldığımız
konuyu doğrudan ilgilendirmediği için milletlerin mizah ustaları üzerinde
durmayacağım. Ancak şurasını söyleyebilirim ki Nasreddin Hoca kadar öne
çıkan, milletini etkileyen ve adından söz ettiren kaç isim zikredilebilir? Hal
böyleyken onun saflığı yahut aptal görünümünün altında zeki oluşu
yatmaktadır. Bu, zaten mizahın özünde var olan bir husustur. Yani mizahın
ortaya çıkması, gücü ve devamlılığı, saf olmaya yahut saf gibi görünmeye
dayanır. Nitekim aşağıya aldığımız fıkralarda da Hoca, kendini saf biri gibi
gösterme gayreti içindedir.
Bir gün bir adam avucunda tuttuğu yumurtayı işaret ederek, “Hoca Efendi, şu
avucumdakini bilirsen sana bundan bir kayganalık vereyim.” dedikde Hoca, “Biraz
şeklini tarif eyle, bilirim.” der. O adam, “Dışı beyaz, içi sarıdır.” diye izah edince Hoca,
“Bildim, bildim; şalgamı soymuşlar, ortasını oymuşlar, içine havuç koymuşlar.”
demiştir. (13. Latife)
Hoca bir gün omzuna bir merdiven alıp bir bahçe duvarına dayar, yukarı çıkar.
Sonra merdiveni yukarı çekip bahçenin içerisine dayar. Bahçeye iner. Meğer bahçıvan bu
hali görüyormuş. Heman Hoca’nın yanına gelip; “Sen kimsin, burada ne ararsın?”
dedikde, Hoca fütursuz, “Merdiven satarım.” der. Bahçıvan, “Burada merdiven satılır
mı?” demekle, “Behey cahil herif, merdiven nerede olsa satılır.” demiştir. (15. Latife)
Hoca merhum, zevcesinin vefatı üzerine bir dul kadın alır. Ara sıra hareminin
muhassenatından uzun uzadıya bahsedermiş. Bundan muğber olan karısı da eski
kocasının faziletlerinden bahsetmeğe başlar. Nihayet bir gece Hoca’nın canı sıkılarak
sedir üzerine serilmiş olan yatakta kadına bir tekme urup yere düşürür. Kadının kolu
incinir, fena halde canı yanar. Ertesi gün ziyarete gelen babasına şikâyet eyler. Herif
pişkin adam olmakla kızının sızlanmasına ehemmiyet vermeyerek Hoca’dan meseleyi
sorar. Hoca der ki: “Şimdi ben arz edeyim de siz insafla hüküm veriniz. Bendeniz bir,
bizim merhume iki, şimdiki hanım üç, onun rahmetli ilk efendisi, etti mi dört. Merhamet
edin. Benim gibi bir kalender Hoca’nın yatağına dört kişi sığar mı? Bittabi sığışamadık.
Bu uçta bulunmuş, paldır küldür düştü. Benim de bunda ne kabahatim var?” (70.
Latife)
Hoca Nasreddin bir berberden tıraş olup bir akçe verir. Ertesi hafta yine tıraş
olduktan sonra berber, mutad veçhile aynayı Hoca’nın önüne koyar. Hoca berbere der ki:
“Biliyorsun ki benim başımın yarısı keldir. Şu surette sen her vakit yarım baş tıraş etmiş
oluyorsun. Geçen haftanınki ile beraber iki tıraş bir akçeye olsa olmaz mı?” (71. Latife)
Bir gün Hoca evine gelirken birkaç talib-i-ilme rast gelir. “Efendiler bu gece bize
gidelim, baba çorbasını bizde-içelim.” der. Talebe, “Pek güzel.” deyip Hoca’nın arkasına
düşer. Eve gelirler. Hoca, “Buyurun!” deyip odaya çıkarır,-içeri girer. “Karıcığım birkaç
misafir getirdim, bir tas çorba ver de yiyelim.” demekle zevcesi, “Ah Efendi, evde yağ mı
var, pirinç mi var. Masraf getirdiğin var mı ki çorba istersin.” cevabını verir. Hoca
mahzun olup, “Kadın, ver oradan bana çorba tasını.” der. Tası alıp efendilerin yanına
gelerek, “Efendiler, ta’yib etmeyiniz. Eğer bizim evde yağ, pirinç olsaydı size şu tas ile
çorba çıkaracak idim.” demiş. (91. Latife)
Hoca gece yarısı sokağa çıkmış, geziniyormuş. Memleketin subaşısı kolda rast
gelip, “Efendi, gece yarısı sokakta ne arıyorsun?” demekle Hoca merhum, “Uykum kaçtı
da onu arıyorum.” demiş. (144. Latife)
Hoca teehhül etmiş. Haremi üç ayda doğurmak emareleri gösterip çabuk bir ebe
istemiş. Hoca şaşalayıp, “Bizim bildiğimiz, insanların dişisi dokuz ayda doğurur. Bu
nasıl şey?” demekle kadın hiddetlenip, “Ne demek, dokuz ay olmadı mı? Vallahi tuhaf. A
herif, ben sana varalı ne kadar oldu, üç ay değil mi? Ey, sen beni alalı?.. O da üç ay, etti
mi altı ay. Üç ay da çocuğu karnımda taşıdım, işte oldu dokuz ay.” deyince Hoca
merhum birçok düşündükten sonra, “Hakkın var karı, benim bu ince hesap aklıma
gelmedi. Afv edersiniz, yanılmışım.” demiş. (269. Latife)
Değirmene buğday götürmüş. Halkın orada bulunan buğday çuvallarından
avucunu doldurur doldurur kendi çuvalına koyarmış. Değirmenci, “Ne yapıyorsun?”
deyince, “Ben bir budala adamım, aklıma geleni-işlerim.” demiş. Değirmenci, “Budala
isen neye kendi çuvalındaki buğdayları halkın çuvalına doldurmuyorsun?” deyince Hoca,
“Şimdi alelâde bir ahmak iken o surette katmerli ahmak olmaklığım lâzım gelir.” demiş.
(276. Latife)
Hoca, bir arkadaşıyla göl kenarından giderken arkadaşı suyun üzerine sıçrayan
balıkları görüp Hoca’ya, “Bak şu balıklara.” demekle Hoca karşıki sokağa doğru baktı.
Arkadaşı, “Ben sana balıklara bak diyorum, sen karaya bakıyorsun.” demekle Hoca, “Sen
bana elinle gölü gösterdin mi ki böyle serzeniş ediyorsun. Benim kerametim mi var?”
demiştir. (298. Latife)
Bir gün Hoca kısa esvap giyip mescide varıp namaz kılarken rükû’a vardık da,
ensesinde olan adam Hoca’nın husyelerini görüp heman dem tutup sıkınca, Hoca da
önünde olan-imamın husyesini tutar, sıkar. İmam dönüp bakar ki Hoca Efendi kendidir.
“Ha neylersin?” dedikte Hoca, “Ardımdaki adamdan sual eyle.” demiş. (395. Latife)
Nasreddin Hoca’nın bir başka özelliği, içinde bulunduğu sıkıntılardan
verdiği hazırcevaplar sayesinde kurtulmasıdır. Hazırcevap olma özelliği,
doğrudan zekâ ile ilgilidir. Hazırcevaplılık verilen cevapla altta kalmama hatta
üstün duruma geçme demektir. Muhatap olunan kişiye karşılık vermek, sıradan
bir söz niteliğindedir. Söz, şayet kişiyi o anda sıkıntıdan kurtarabiliyorsa, hatta
karşı tarafı zor duruma düşürebiliyorsa hedefine ulaşmıştır. Bu tavrın adı da
hazırcevaplılıktır. Böyle olmak da zekâyı gerektirir.
Bir gün Akşehir çocukları Hoca’yı hamama götürürler. Yanlarına gizlice birer
yumurta alırlar. Hepsi soyunup hamama girip göbek taşı üzerine oturduklarında
birbirlerine “Geliniz sizinle yumurtlayalım, her kim yumurtlayamazsa hamamın
masarifini o versin.” deyip kavl ü karar etmişler. Badehu tavuk gibi sıkınıp “Gıd gıd
gıdak... Gıd gıd gıdak...” diyerek, feryat ederek beraberce getirdikleri yumurtaları yavaşça
el çabukluğuyla mermerin üzerine bırakırlar. Hoca Efendi bunları görünce heman horoz
gibi çırpınıp ötmeğe başlar. Çocuklar “Hoca Efendi ne yapıyorsun?” dediklerinde, “Bu
kadar tavuğa bir horoz lâzım değil mi?” demiştir. (35. Latife)
Bir gün Nasreddin Efendi evinde otururken bir adam kapıyı çalar. Hoca, “Ne
istersin?” der. “Bir parça aşağıya geliniz.” der. Hoca aşağıya inip kapıya varınca fakir
adam, “Sadaka isterim.” deyince Hoca hiddetlenip, fakat hiç tavrını bozmayarak, “Yukarı
gel.” der. Fakir tâ kendi oturduğu üst kata çıkınca Hoca, “Allah vere.” demekle fakir,
“Behey efendi, mademki boş gönderecektin niçin aşağıda söylemedin?” deyince Hoca, “Ya
ben yukarıda iken sen ne için söylemedin de beni tâ kapının önüne kadar-indirdin?”
demiş. (88. Latife)
Hoca bir gün misafirliğe gitmiş. O gün gayet sıcak olmakla koca bir kâse buzlu
hoşaf getirmişler. Hane sahibi hoşaf taksim edilen büyük maden kaşığı alıp Hoca’ya
zergerdan, küçük, yayvan bir kaşık vermiş. Hane sahibi koca kepçe ile buzlu hoşafı atar,
bir de “Oooh... öldüm.” dermiş. Hoca-ise kaşığı daldırır, fakat içi bir şey almadığından
yalnız yalarmış. Hane sahibi yine “Oooh... öldüm” demesinde ber-devam. Hoca bakmış ki
olacak şey değil, hane sahibine demiş ki: “Efendim, rica ederim, şu elinizdeki kaşığı bana
da veriniz de bir kere de ben öleyim.” demiştir. (167. Latife)
Hoca’nın iki haremi varmış. Bir gün ikisi birden gelmişler. “Beni mi çok
seversin?”, “Beni mi çok seversin?” diye Hoca’ya sormuşlar. Biçare Hoca mustarip kalıp
her ne kadar “İkinizi de.” gibi tercih şaibesinden hali sözler söylemişse de kani olmayarak
Hoca’yı hayli sıkarlar. Hatta küçük haremi o esnada der ki: “Efendi, meselâ ikimiz de
Akşehir gölünde kayıkta gelirken kayık devrilse, ikimiz de düşsek, sen de karada olsan,
hangimizi evvel kurtarırdın?” Hoca merhum vahimesine mağlup olmakla güya musibet
zuhura gelmiş gibi fikri perişan olarak bî-ihtiyâr eski haremine dönmüş de demiş ki:
“Yahu, sen azıcık yüzme bilirsin, değil mi?” (217. Latife)
Hakim Efendi davet edip, yanında aşçıya kaymaklı incir tatlısı emretmiş. Yemek
bitmiş,-incir tatlısı gelmemiş. Hoca mahzun olmuş. Fakat sesini çıkarmamış. Yatsı
namazından sonra hakim, “Efendi, teberrüken bir hizb okuyunuz da safâ-yı ruhani hâsıl
edelim.” dedi. Hoca ba’de’l-besmele “...ve’z-zeytûn...” diye başlamakla, hâkim serirden,
“Efendi, ve’t-tîni’yi††† unutdun mu?” deyince Hoca, “Onu ben değil siz unuttunuz.”
demekle meclisin-inbisatını mucip olmuş, Hoca bir davet daha kazanmıştır. (283. Latife)
Hoca’nın cânı çorba istedi. “Şimdi üstü naneli, nazlı bir çorba olsa da yesem.” diye
tahayyül edip dururken, kapı çalınarak komşu çocuğu elinde tas ile-içeri girip, “Anam
hastadır, bir parça çorba vereceksiniz.” deyince Hoca, “Bizim komşular da malihulyadan
koku alıyorlar.” demiştir. (294. Latife)
Esna-yı sohbetle velâyetten dem vurmağa başladı. “Senin evliyalığını neden
bilelim?” dediler. “Hangi taşı, hangi ağacı çağırsam gelir.” dedi. “Öyle ise şu karşıki
pelid ağacını çağır bakalım.” dediler. Hoca tavr-ı mahsus ile üç kerre “Gel yâ mübarek!”
demişse de ağaç yaprağını bile kımıldatmayınca, Hoca kös kös ağacın yanına gitti. “Hani
ayağına getirecektin?” dediler. “Bizim taifemizde gönül, kibir olmaz. Dağ yürümezse
abdal yürür.” dedi. (301. Latife)
Gayet hasis olan subaşı bir aralık Hoca’ya, “Efendi, senin ava merakın var,
avcılarla görüşürsün. Bana tavşankulaklı, geyik bacaklı, karınca belli bir tazı ısmarla.”
demiş. Hoca bir müddet sonra merkep gibi bir koyun köpeğinin boğazına bir kendir takıp
getirmiş. Subaşı, “Bu nedir?” diye sorunca Hoca, “Av köpeği ısmarlamadın mı-idi?”
deyip subaşı, “Ben senden dağ keçisi gibi-ince, hafif tazı-istedimdi.” demekle Hoca,
“Merak etmeyin efendim, sizin dairenizde az zamanda bu da dediğiniz hâle gelir!” dedi.
(315. Latife)
Esna-yı seyahatinde bir köyün imamına misafir olup hane sahibi “Efendi, uykusuz
musun, susuz musun?” diye yemekten hiç bahsetmeyince Hoca, “Buraya gelmezden
evvel pınar başında uyumuştum.” demiştir. (319. Latife)
Görüldüğü gibi verdiği cevaplarla Nasreddin Hoca, halk deyimiyle taşı
gediğine koymuştur. İnsanlar içinde alık, saf, bön, aptal, zeki, sinsi, kurnaz,
haydut, vs. gibi her karakterde insan vardır. Hoca’yı, fıkralarında bu
karakterlerin herhangi birisi olarak görmemiz mümkündür. Saf yahut aptal
olarak görülmesi, gerçekten onun öyle olduğu anlamına gelmez. Durum, şart
veya olaya göre böyle bir kimlikte karşımıza çıkar. Hoca’nın çok yönlü kimlikle
görünmesi, kıvrak zekâya sahip bilge bir kişi olmasından başka bir şey değildir.
Hoca, bir bakıma toplumda hemen her karakterde karşımıza çıkan tiplerin
mecmuudur. Toplumun yansıyan yüzüdür. Fıkralarıyla geçmişteki Türk
toplumunu günümüze aksettirmiştir. Böylelikle Türk milletinin karakteristik
vasfını geçmişten günümüze aktararak, bizlere mukayese imkânı da
vermektedir. Hülasa Hoca, Türk düşüncesinin ve zekâsının kolektif şuuru,
sembolü, adresi ve sentezidir,
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder