volkan_coban@hotmail.com.tr
ÖZET
Kazdağı, Antik dönemlerde İda olarak adlandırılmış ve pek çok efsanevi olaya ev sahipliği
yapmıştır. İsminin Giritli denizciler tarafından, Zeus, Girit’teki İda Dağı’nda Anadolu’nun
matriyarkal tanrısı olan Kibele tarafından doğrulmuştu. Girit'te Zeus'un doğduğu İda Dağı'na
atıfta bulunmak için İda konduğu söylenir. İlk çağlarda yörede doğurganlık önemli
olduğundan ana tanrıça kültü oluşmuştur. Bu yüzden Frig Kybelesi yörenin ilk önemli
mitolojik olgusudur. Yörede milletler değişse de isimler dışında kültür büyük oranda aynı
kalmıştır. Bereketin ve çoğalmanın sembolü olan Kybele, Frigya dönemindeki tapınma
ritüelleri aynı formda kült olarak devam etmiş, Kybele'nin özellikleri farklı tanrıçalarda ve
İda’da yeniden hayat bulmuştur. Tanrıça bazında en bilineni Efes Artemis’idir. Politeist
inançlardan sonra bölgede M.S.350’li yıllarda ağırlığını iyice hissettirmeye başlayan
Hıristiyanlıkta da dağın kutsallığı devam etti. Hıristiyanlıkta Meryem'in göğe urucu yortusu
tarihinde (15 Ağustos) Tahtacı Türkmenleri tarafından da düzenlenen “Hıdrellez Sofrası”
inanışı bu olaya bağlanmaktadır. Hıdrellez ile St. George arasındaki ilişkiye de dikkati çeken
Hasluck, Bektaşilerin "en büyük bayram”ının Hıristiyanlıktan türemiş olduğunu söyler. 13.
yüzyıldan sonra bölgeyi ele geçiren Türkler zamanla bölgeyi Türkleştirdiler ve gerek Orta
Asya Şamanizm’inden gerek Müslüman rivayetlerden dolayı Sarıkız efsanesiyle dağın
kutsallığını devam ettirdiler. Antik Yunan’dan günümüze kadar binlerce yıldır çeşitli şekillerde
dağın eteğinde yaşayan milletler, dinler ve mezhepler sürekli değişse de kutsallığı binlerce
yıldır sabit kaldı.
Anahtar Kelimeler: Efsane, İda Dağı, Karşılaştırmalı Mitoloji, Kazdağı, Kült
BİLDİRİ
Kazdağları 1808 metrelik devasa yükseltisiyle eteklerinde binlerce yıldır insanları
ağırlamaktadır. Yörede yaşamış toplulukların bazıları dağ hakkında hikâyeler anlatmış ve
inanışlar geliştirmiştir. Arkeolojik ve antropolojik veriler bizlere gösteriyor ki, hiçbir kültür iz
bırakmadan yok olmamaktadır. Kazdağları’nın eteklerinde yaşamış onlarca ulusun her biri
bizlere onları hatırlamamızı sağlayacak hatıralar bırakmışlardır. Bu kültür miraslarının
bazıları maddi bazıları da manevi niteliktedir. Antik Mysia’nın sözlü mirası bizim için belki
çoğundan daha önemlidir. Çünkü bu anlatılar sayesinde tarihi gerçeklere ulaşabiliyor, keşifler
yapabiliyoruz. Yörede; Lelegler, Luviler, Peleaslar, Ledler, Lidler, Frigler, Mysialılar,
Troyalılar, Modern ve Antik Yunanlar, Makedonlar, Romalılar, Araplar, Türkler gibi halklar
yöre inanışına eşilk eden kendi kültürleriyle yaşamıştır. Söz konusu ulusların her biri mevcut
anlatılara kendilerinden katkıda bulunarak sözlü mirası geliştirmiş ve sonraki nesillere
aktarmıştır. Bilinen ilk zamanlardan bu güne kadar değişmeyen temalara sahip olması
Kazdağları anlatılarının dikkat çeken bir özelliğidir. Hikâyelerdeki aşk geleneği ve ana tanrıça
kültü değişen ulus, din ve mezhep farkı gözetmeden varlığını sürdürmeye devam etmiştir.
Kazdağları, antik dönemde İda olarak adlandırılmış ve pek çok efsanevi olaya ev
sahipliği yapmıştır. Mitolojiye göre isminin Giritli denizciler tarafından, Zeus’un Girit’te
Bu makale “III. Ulusal Kazdağları Sempozyumu (Balıkesir, 2012)”nda sunulmuştur.
doğduğu ve küçük yaşlarını geçirdiği İda dağına atfen verildiği söylenir. Yunan mitolojisinde,
Zeus’un Olympos’tan sonra en çok uğradığı yer olan Troas’daki İda dağı, onun doğduğu yer
olan Girit’teki İda dağı ile zaman içinde özdeşleşmiştir, çünkü Zeus’un hayatında büyük
öneme sahip yerler bazen İda olarak adlandırılmıştır. Köken olarak Yunanca olmayan ve
Yunanca karşılığı olmayan bu kelime, Yunan ve Aryan mitolojisinin kaynağı Avesta
metinlerinde, “toprak; oturulan düzlük, gölgelik ve serin yer” anlamına gelmektedir. İda
dağına ait ilk edebi bilgileri Homeros’un İlyada’sından almaktayız. Homeros buraya “bin
pınarlı, vahşi hayvanların anası İda” demektedir. Dağda ve çevresinde sayısız küçük dere ve
otuz civarında akarsu bulunmaktadır. Zeus için çok önemli olan bu tepede halkın Zeus’a
şükranlarını sunması için Zeus Altarı inşa edilmiştir. Bölgenin önceki sakinlerinde olduğu gibi
Yunan mitolojisinde de İda dağı anaç kültünü sürdürmüştür, fakat Yunanlılardan önce bilinen
ilk anaç kültü Anadolu kökenli bir tarıça olan Kybele’ye (Magna Mater, Mother of Gods;
Tanrıların anası) aittir. Ana tanrıça kültüne dünyanın pek çok yerinde rastlamak mümkündür.
Arkeolojik veriler ışığında bu kültün Anadolu’da M.Ö. 6500-7000’li yıllara kadar uzandığını
öğrenmekteyiz. Kybele doğurganlığın yanı sıra bereketi de sembolize ederdi. Kybele’ye
Anadolu’nun bilinen ilk sakinleri olan Hurriler yine en eski Anadolu yazıtları olan yazıtlarında
ondan Kubaba, Kubebe, Kubele (Kaya, 2011) şeklinde bahseder. Benzeyen ana tanrıça
kültüyle beraber bu durum Kybele’ye Kubaba’nın öncülük ettiğini gösterir. Kybele’ye en çok
zamanında İda çevresinde de yaşayan Frig toplumları saygı gösterdi. Frigya mitolojisinde ise
ana tanrıça Kybele’ye genellikle yüksek dağ zirvelerinde tapınılırdı (Albayrak, 2007). Bu
yüksek dağ için İda çevrede en uygun olanıydı. Tüm ilkel din sistemlerinin arkadasında doğa
fenomenleri (görüngü) bulunmaktadır. Mitoloji, kesin ve kalıcı olarak şekillendiği yerin
coğrafyasını yansıtır, dolayısıyla mitler de ait olduğu bölgenin yerel özelliklerini yansıtır.
Kybele’ye tapınma riti için dağın tepesinde “Dikte Mağarası”nı insanlar belli dönemlerde
ziyaret eder ve ondan dua yoluyla yardım isterdi.
Friglerden sonra Mysia’da ve Troas’da geniş ölçüde kültürlerini hissettirmeye
başlayan Helenler olmuştur. Bölgeye yerleşen Yunanlar da ana tanrıça kültünden büyük
oranda etkilenmişlerdir. Bunun sonucunda Kybele’nin öz benliği korunmakla beraber Efes
Artemisi de (İon Kybele’si) ortaya çıkmıştır. İki toplumda var olan iki güçlü ana tanrıça
kültünün mücadelesi hikâyelere de yansımıştı; “Kybele, Zeus'un rüyasında gördüğü ve
kendisine hâkim olamayacak kadar etkileyici bir varlıktır. Aslı tanrıça değildir. Çift cinsiyetlidir
yani iki cinsi de etkisi altında tutabilecek kadar cazibelidir. Zeus'un rüyası gerçeğe döner ve
Kybele ortaya çıkar. Zeus Kybele'nin tehlikeli olduğunu bildiği için öldürülme taraftarıdır ama
Afrodit böyle güzellikteki bir varlığın öldürülmesine izin vermez. Sonuçta Kybele'nin erkeklik
organı hadım edilir, bu organ düştüğü yerden badem ağacı olur ve bu ağacın ilk mahsülde
toprağa düşen meyvesinden bir erkek doğar.” Böylece Yunanlar Zeus’u tekrar yenilmezlik
mertebesine taşımış oldular ve Zeus da annesi ana tanrıça Rhea’yı yüceltmiştir. Aslında
Yunan kültüründe hâlihazırda var olan ana tanrıça kültü Rhea ile temsil ettiriliyordu. Kybele
ile karşılaşan Yunanlar Rhea’yı terk etmediler ve bir süre iki tanrıçayı beraber yaşattılar ve
ana tanrıça kültünü anlatılarda oldukça geliştirdiler.
Kybele karşılaştığı yeni kültürün içinde eriyip gitmeye mahkûmdu. Bazen Zeus
tarafından yenilgiye uğratılıyor ve işkencelerine maruz bırakılıyordu, bazen de kendi benliğini
Natürist bir şekilde İda dağına aktarıyordu. Sonuç olarak Kybele Yunan mitolojisinde fazla
yaşamadı ve varlığını büyük ölçüde İda dağına aktardı. İda dağına ait ilk edebi bilgileri
Homeros’un İlyada’sından almaktayız. Homeros buraya “bin pınarlı, vahşi hayvanların anası
İda” demektedir. Dağda ve çevresinde sayısız küçük dere ve otuz civarında akarsu
bulunmaktadır. Zeus için çok önemli olan bu tepede halkın Zeus’a şükranlarını sunması için
Zeus altarı inşa edilmiştir. Daha önce dağın tepesinde Kybele’ye ait tapınaklar bulunuyordu.
Ama Zeus da Kybele gibi dağ tepelerinde yaşamayı severdi ve Kybele Zeus tarafından bir
yenilgiye uğratıldı. Bölgenin önceki zamanlarında olduğu gibi Yunan mitolojisinde de İda dağı
üzerindeki anaç kültünü sürmekteydi. Yunan mitolojisinin bir parçası olan erotizmin etkisiyle
Zeus çapkın bir tanrı olarak tanındı. Kendisinden daha üstün bir varlık olmadığından aklına
gelen her şeyi yapmakla da ünlüdür. Zeus anlatıları için, ana tanrıça kültünün binlerce yıllık
temsilcisi olan İda dağı mekân olarak mükemmel bir tamamlayıcı olmuştur. Zeus
anlatılarında, hikâyeden hikâyeye sürekli değişen kadınlar vardır, yani anaçlığın sembolü
olacak belirgin bir kişi yoktur. Yunan mitolojisinin çapkın tanrıları dağın insansı karaktere
bürünmesini engellemiştir. Bir başka etken de dağda Natürist anaç kültünün devamı bir ana
tanrıçanın dağda barınmasına izin vermeyişidir. Yörede geçen ilişkilerden, Paris ile Helen’in
hikâyesinin kökeni İda dağında yapılan, dünyadaki ilk güzellik yarışması ve güzellik
yarışmalarının esin kaynağı olan Hera, Athena ve Afrodit arasındaki mücadeledir. Bu
mücadele sonucunda meşhur Troya savaşı çıkmıştır. Troya efsanesinde Zeus İda dağında
bir yandan savaşı izlerken bir yandan da Afrodit ile sevişmektedir. Aynı hikâyede aynı yerde
geçen aşk hikâyeleri elbette dağın Natürist anaçlığından kaynaklanmaktadır. Bunun sebebi
de Yunan mitolojisi içinde eriyen Kybele’nin benliğini dağda yaşatmasıdır.
Roma İmpartorluğu döneminde, Politeist inançlardan sonra bölgede M.S.350’li
yıllarda ağırlığını iyice hissettirmeye başlayan Hıristiyanlıkta da dağın kutsallığı devam etti.
Hıristiyanlıkta Meryem'in göğe urucu yortusu tarihinde (15 Ağustos) Tahtacı Türkmenleri
tarafından da düzenlenen “Hıdrellez Sofrası” inanışı Meryem’in olayına bağlanmaktadır.
Hıdrellez ile St. George arasındaki ilişkiye de dikkati çeken Hasluck, Bektaşilerin en büyük
bayramının Hıristiyanlıktan türemiş olduğunu söyler (Hasluck, 1972). Roux, antik döneme ait
geleneklerin üzerine şaman inancı ve "eren kültü" yerleştirilerek gelenek bir anlamda el
değiştirmiştir. Antik dönemden Hıristiyan azizlerine, oradan Sarıkız veya Fatrna adı ile Hz.
Peygamberin kızı Fatma'ya telmihler yapılarak İslami bir hatırlatma yapılmıştır, der (Roux
1994). Önal, Anadolu'nun Türkleşmesinden önceki dağ kültü ile Orta Asya'dan getirilen dağ
kültü örtüşürken bu inanışlara bir de İslami renk karıştırılarak sürdürüldüğü söylenebilir,
diyerek Roux’a katıldığını bildirir (Önal, 2003). Bu konuda genel kanı Hasluck’un ve Alevî-
Bektaşî inanışları Hıristiyanlığa dayandıranların yanıldığı görüşündedir. Aslında bu gibi
görüşler pek çok Batılı araştırmacı tarafından ileri sürülmüştür. Ancak bu görüşlerin biraz da
Hıristiyanlık taassubundan ilham alan bir iddia olduğu ve Alevî-Bektaşî inanışlarının tabii
karşılanması gereken küçük bir tesirden başka Hıristiyanlıkla alakaları olmadığı ilmi
incelemelerle açıklanmıştır (Eröz, 1990).
Malazgirt zaferiyle birlikte Anadolu’ya giren Türkler ilk olarak Çaka Bey zamanında
bölgeye yerleştiler, daha sonra da Anadolu Selçukluları ve Karesi Beyliği ile de varlıklarını
pekiştirdiler. Türkler yanlarında geniş bir Orta Asya kültürüyle beraber İslam kültünü de
Anadolu’ya tam manasıyla taşıdılar. Helenistik dönemde dağ uzun zaman boyunca anaç
kültün belirli bir sembolü ile özdeşleşememiş, ancak Hıristiyanlık döneminde bir nebze
Meryem’le yeniden sembol kazanabilmişse de tam manasıyla Sarıkız efsanesi İda dağını
eski günlerine kavuşturmuştur. Sarıkız’ın binlerce yıldır anaç kültünün sürdüğü dağa
yakıştırılması tesadüf değildir. Kybele ile Attis’ten gelen anlatılarda aşk geleneği Paris ile
Helen, Zeus ile Afrodit-Ganymedes, Hasan ile Emine’de (Hasanboğuldu hikâyesi) görülür.
Anlatılara bakıldığında dağ hakkında aynı çağda iki farklı hikâye anlatıldığını görüyoruz.
Kybele ile Attis, Zeus ile sevgilileri ve Sarıkız’ın Allah aşkı teolojik hikâyelerdir. Paris ile Helen
ve Hasan ile Emine’nin hikâyeleri ise folklorik özellikler taşımaktadır. Metin Karadağ, Mehmet
Akkaya’nın 1997 yılında hazırlamış oldukları Kazdağı Masalları adlı çalışmada Edremit
körfezi ve Kaz Dağlarının kuzey tarafı olan Agonya yöresinden derlenen otuz yedi masala
yer verilmiştir (Karadağ ve Akkaya, 1997). Sarıkız’ın anaç kültünün devam ettiği bir yerde
hikâyelerinin anlatılması halkın Sarıkız ve doğum olguları arasında bağlantı kurmasıyla ritüel
oluşumuna yol açacaktır: Çocuk sahibi olmak isteyen kadın, Sarıkız’ın Adak tepesine gider,
yerden ayağının baş parmağıyla ikinci parmağı arasına sıkıştırarak bir taş alır. Taşa elini
değdirmemesi gerekir. Parmaklarının arasına sıkıştırdığı bu taşı alırken çocuğu olması için
dilek dileyip adak adar. Sonra arkasına bakmadan geri geri giderek oradan uzaklaşır. Eğer
çocuğu olursa dilek dilerken aldığı taşla ve adadığı kurbanla beraber tekrar aynı yere gider
ve taşı geri atar. Adağını keser ve dağıtır (Yaşar, 2008).
Sarıkız inanışı yörenin anlatılarına şüphesiz katkıda bulunmuştur, fakat anlatının
temelleri de önceki medeniyetlerin yıkıntıları üzerine kurulmuştur. Efsanenin bir varyantında;
Sarıkız'ın kaz güderken kazlar uçmasın diye inşa ettiği yere Kaz Avlusu, kazların sulandığı
rivayet edilen yere de Çatalçimi denilmektedir. Bu Çatalçimi'nde her cumartesi Kaz Dağı'nın
kartallarının inip yıkandıkları da inanışlar arasındadır (Ataman, 1941). Fakat gerçekte, Troya
savaşından sonra şehirdeki yıkımdan ve yağmadan kaçan Prens Ankhises ile Aeneas ve
savaştan kurtulanlarla birlikte İda dağının en yüksek tepesi olan Gargaros tepesinin (Karataş
tepe) eteklerinde bulunan ve kutsal olarak kabul edilen Kartal Çimeni yaylasına (Türkmen
yaylası) sığınır. Düşmandan korunmak için etraflarına harçsız bir duvar çevirerek, kaz
avlusunu oluşturduklarını ve İtalya’ya gidene kadar burada yaşadıklarını tarihçiler
anlatmaktadır. Öte yandan bölgedeki Helen kültürünün etkisinin halen hissedildiğini
Küçükkuyu mezar taşları incelemesinden de anlıyoruz. Mezar taşlarında, Türk süsleme
sanatlarından rumi, palmet ve hatayi gibi geleneksel motif ve desenleri bir yana bırakılarak
taşkın akant yapraklı taçlar, soyut yapraklar, kıvrık dallar, güller, goncalar, nesneli bezemeler
gibi batı süsleme öğeleri kullanılmıştır (Karaata, 2008).
Bir yandan da bunlar demek değildir ki, Sarıkız inanışları Türk kültürünün bir parçası
değildir. Dağ etrafında gelişen anlatılar temaları ortak olsa da motifler milletlere özgüdür.
Sarıkız adı başka bölgelerimizde anlatılan efsanelerde de dikkat çekmektedir. Ancak daha
önce Türk mitolojisindeki yerinden bahsetmeliyiz. Urenha'ların şaman dualarında "kayalarda
bulunan sarı albastı (kız)"dan bahsedilmektedir. Kazak, Kırgız ve Başkurtların Sarıkız
suretindeki ruha inandıkları da bilinmektedir. Kazak, Kırgız bakşıları bu ruhu "tuv dediği
derde derman olan ey Sarıkız, gel" diye çağırırlarmış (İnan, 1968). Türklerde dağlar, Gök
Tanrı’ya yakın olması ve bazen de ona ev sahipliği yapmasıyla kutsal mekânlar olarak kabul
edilmiştir. Bu dağlar, evrenin merkezinde bulundukları gibi kozmik bir işleve de sahiptirler.
Ayrıca Türk mitolojisinde dağlar, etrafında yasayan insanların koruyucusudur, onların vatan
anlayışını şekillendiren en önemli tabiat varlıklarındandır (Bonnefoy, 2000). W. Radloff’un
Sibirya’dan tespit ettigi, Tanrı Ülgen için bir atın kurban edildigi ayinde ilginç notlar vardır.
Yılda bir kez düzenlenen ve iki veya üç gece süren bu törende beyaz bir at kurban edilmek
için seçilir. Çadırda yakılan ateşin dumanına saman davulunu tutar, birbiri ardına ruhları
çağırır. Çadırdan çıkarak içi samanla doldurulmuş bir “kaz” kuklasına biner ve uçuyormuş
gibi hareketler yaparak söyle der:
Beyaz göğün üstüne,
Beyaz bulutların ötesine,
Mavi bulutların ötesine,
Yüksel göğe ey kus! (Eliade, 2003; Radloff, 1994)
Şamanın kazı binek olarak kullanmasındaki amacı, atın ruhunu yakalamaktır. Şaman,
atın ruhunu yakalayınca kazı serbest bırakır ve atı kurban eder (Eliade, 2003). Altay
topluluklarından Kumandinlerin av konulu bir efsanelerinde Sarı Kız’a “Tagnıng Ezi Sarı Kıs”
(Dag iyesi Sarı Kız) seklinde rastlanmaktadır (Beydili, 2005). Hakas Türk toplumlarında dağ
iyesinin ormanda yasayan hayvanları koruduğu, insanlara yardım ettiği, kahramanlık
hikâyelerini çok sevdiği ve güzel hikâyeler anlatanlara sarı saçlı bir kız seklinde görünerek
onunla birlikte yaşadığı yönünde inanışlar da vardır (Beydili, 2005). Tüm bunlar Türk folkloru
ve mitolojisinde yer alan olgulardır. Fakat Sarıkız konusunda Homeros’un Helenik ve bizlerin
Türk kökene dayandırma girişimlerimiz neredeyse baş başa giderken gelişen bir arkeolojik
olay bizleri yine Homeros’a yönlendirmektedir. Bursa Arkeoloji Müzesi’nde Antandros
kazılarında, bir genç kız ve yanında kazların olduğu bir figür bulunuyor (no 17 - Leda ve Kaz
Figürini, ?-M.Ö.4.y.y., Bursa Arkeoloji Müzesi).
Bazen kökeni hakkında tahmin yürüttüğümüz efsanelerin bizi çok yanılttığını da
görebiliyoruz. Yanıldığımızı gösteren bulguları ise bize arkeoloji bilimi sağlıyor. İngiliz filozof
John Fiske 1872’de yayınladığı Mitler ve Mitleri Yapanlar adlı kitabında Troya’dan Aryan
mitolojisinin ve Avesta metinlerinin bir ürünü olan, gerçekliği olmayan bir hikâyedir der ve
Troya savaşının göklerde tanrılar arasında geçtiğini ekler (Fiske, 2006). Fakat 1932 yılında
Carl W. Blegen tarafından Troya savaşının gerçek olduğuna dair kanıtlar bulunmuştur.
Sarıkız’ın kökenini ancak detaylı arkeolojik kazılar ortaya çıkaracaktır, aksi halde kesin
konuşmak mümkün değildir.
Kazdağları’nın etrafında sadece anaç/ana tanrıça kültü ile ilgili ortak anlatılar yoktur.
Başka birçok ortak motif daha bulunmaktadır. Paris’in ilk karısı olan Oinone bir su perisi
olarak doğaüstü bir güzelliğe sahiptir. Sarıkız’da üstün güzelliği yüzünden iftiraya uğramıştır.
İki kadın karakter de uzun ve sarı saçlarıyla tasvir edilmektedir. Fakat bu bir tesadüf de
sayılabilir, çünkü yöre halkı etnolojik olarak çok öncelerden beri beyaz ırkın sarı saç
özellikleri ile bilinmektedir.
Yöre anlatılarında İda veya Kazdağı hikâyelerinde benzer özellikler anlattıklarımızla
sınırlı değil. Hikâyelerde geçen aşk geleneğinde çiftler sürekli olarak bir engel ile karşılaşırlar
ve mutlu sonlar yaşanmamaktadır. Sarıkız’a atılan iftiralar onun Allah aşkını istediği
yaşamasını engellemiştir. Aynı şekilde Paris sevdiği kızla bir ömür mutlu olamamıştır.
Hasanboğuldu hikâyesinde de Hasan’ın Emine’ye kavuşması için ona şart koşulan tuz
çuvalını taşıma olayının sonunda iki âşıkta ölür. Görüldüğü gibi Kazdağı yöresinin
anlatılarında acı bir aşk geleneği hüküm sürmektedir. Tüm anlatıların çıkış noktası bir aşk
olayına dayanmaktadır ve aşkın sebep olduğu ölümlerde bir de pişmanlıktan hakk ile ölüm
veya intihar olayı gerçekleşir. Sarıkız efsanesinde hissedilen derin İslam tasavvurları intihara
izin vermez. Bu yüzden Sarıkız’ın babası yaptığı hataları anlayıp pişman olduğunda bunlara
dayanamaz ve can verir. Belki de bu sıkça karşılaştırdığımız İlyada’dan bir etkidir, çünkü
Paris’in ilk karısı su perisi Oinone de yaptığı hatanın ağırlığına dayanamaz ve intihar etmeyi
seçer. Aslında etkileri bir yana bırakırsak Emine ile Oinone birbirine daha çok benzemektedir.
Hasan’ın sözünü dinlemeyen Emine de yaptığına pişman olur canına kıyar. Anlatıların
karakterleri yörenin ve yörede yaşayan halkın zihnindeki düşüncelerin sembolüdür ama yine
de her efsanenin tarihi bir gerçeklikten ortaya çıktığını unutmamalıyız. Homeros Troya’yı bir
efsane olarak anlatmıştı, fakat bu efsanenin bir dayanak noktası da vardı. Emine soyut bir
sembolden tekrar somut bir sembole dönüşürken tamamen Türk mitolojisinin etkisinde
kalarak bir ağaç seçer. Dağ kültü inancını Kazdağı’nda canlı tutan Sarıkız’a dağ iyesi
bağlamında ayrıca dikkat etmek gerekir. Türklerde dağlarda bulunan ve hatta dağa ait pek
çok varlığı himaye eden “dağ iyesi” inancı bulunmaktadır. Tespitlere göre Altay, Şor, Türk
inanç sisteminde “Bay Terek”, “Temir Kavak”, “Hayat Ağacı” veya “Evliya Ağaç” gibi adlarla
anılan kutsal ağaçlar, Gök Tanrı’nın simgeleri arasındadırlar. Bu ağaçlar da bazı kutsal
dağlarda olduğu gibi gökte bulunan ve Tanrı’nın yaşadığına inanılan cennete kadar
yükselmektedir. Ulu ağaçların Tanrı ile ilişki içinde olduğu inancı, onlara Tanrı’yı sembolize
etme hakkı tanımıştır. Ancak Tanrı’yı sembolize eden veya Tanrısal niteliklere sahip
ağaçlarda bazı özellikler aranmıştır. Bu ağaçlar, genellikle tek, diğer ağaçlara nazaran eşsiz
ve hep canlıdırlar (Beydili, 2005). Eliade’nin ifade ettiği şekliyle ağaçlar yalnızca kendileri için
kutsallık kazanmazlar, her zaman kendileri aracılığıyla ortaya konulan, anlamlandırdıkları ve
simgeledikleri şey adına bir saygı görürler (Eliade, 2003). Bir başka ifade ile bir ağaç ya da
bir bitki, bir bitki ya da bir ağaç olarak kutsallık kazanmaz, aşkın bir gerçekliğin bir parçası
olduğu için, bu aşkın gerçekliği temsil ettiği için kutsallık kazanır (Eliade, 2003). Şimdilerde
ise Emine’nin intihar ettiği yer olarak bilinen Gökbüvet’te (Hasanboğuldu) göle bakan çınarın
adı Emine Çınarı’dır. Bu konuya benzer olarak, Sarıkız’ın babasının öldüğü tepeye de Baba
tepe denmektedir. Türkler, Anadolu’ya göçleri sırasında Orta Asya’da kullandıkları adları, pek
çok yükseltiye tekrar vermiş ve buralarda birer kült oluşturmuşlardır. Pek çok tepeye,
yükseltiye bir evliya mezarı konarak buralar adeta kişileştirilmiştir. Bu mekânlar, kurban
kesilen, dua edilen, kutsalla irtibata geçilen doğal tapınaklar halini almıştır (Bonnefoy,2000;
Roux, 1994).
Karşılaştırmalı mitoloji (Comparative Mythology), efsaneleri incelerken en ufak
ayrıntılardan bile büyük sonuçlar çıkabileceğini öğretir. Bazen hikâyedeki anlamsız bir
kelimenin kökeni aslında hikâyenin kökenine atıfta bulunur. Yunan mitolojisinin Avesta
kaynakları aynen bu şekilde bulunmuştur ve sonucunda Yunan mitolojisinin aslında tüm Hint-
Avrupa kökenli ırkların ataları Aryanların mitolojisi olduğu sonucuna varıldı (bkz. Fiske, J.
Myths and Myth Makers). Bugün dahi Hindistan’da Yunan mitolojisine benzer birçok motif
bulabiliriz ve İda’da Yunan mitolojisindeki tanrı ve yer adlarının neredeyse hepsi Avesta
kaynaklıdır. Bu konuda da filoloji bizlere yardımcı olmaktadır. Görüldüğü gibi mitoloji birçok
bilimle de desteklenebilmektedir; arkeoloji, antropoloji, filoloji, vb…
Nifak ve kavga tanrısı Eris, tüm İlyada ve Odysseia’nın başlangıcı olan Afrodit,
Athena, Hera arasındaki çekişmeyi başlatmıştır. Yöre Türklerin etkisiyle İslam dairesi içine
girerken bazı motifler değişimlere uğramıştır. Kybele’nin benliğini Natüristçe İda’ya aktarması
gibi, zaman içinde Eris de benliğini Sarıkız’a asılsız suçlamalarda bulunan Edremit halkına
aktarmış olabilir. İki hikâyede de karmaşık olayların hepsi bir nifakla başlar. Bir ayrıntı olarak
Kazdağları’nda yaşayan Paris ile Paris’i büyüten Agelaus ve Sarıkız ile Sarıkız’ın babası
çobandır. Hem Paris hem de Sarıkız ölmeleri için dağa bırakılırlar. Paris Ageleus’un
yardımıyla, Sarıkız ise ilahi bir yardımla yaşamlarını sürdürürler. Baba ile çocuk arasındaki
bu bağ da yöredeki anlatıların gelenekle geliştiğini göstermektedir. Paris’in bu hüzümlü terk
edilişinin kaynağı terk edilen çocuk motifinin ilk örneği Akkad kralı Sargon’dur. Sargon’un terk
edilişi Mısır, Asur ve Yahudi inanışlarını etkilediği bilinmektedir. Sargon bir nehirin akışına
bırakılıyordu ve onu bulan insanlar büyütüyordu. Bu motifi Türk halkları içinde sadece
Anadolu’ya gelen Türklerde görebiliyoruz. Çok geniş bir coğrafyaya yayılan bu hikaye Paris’i
de etkilemiş olabilir, oradan da Sarıkız’ı.
Yörede bir de ritüelleşmiş bir kaya kültü vardır. Daha önce hamile kalmak isteyen
kadınların ritinden bahsetmiştik. Afyonkarahisar'da anlatılan başka bir efsaneye göre ise, bir
mağaranın önünde Sarıkız adlı bir kaya vardır. Heykel şeklinde olan ve yüzü allı pullu
yazmalarla örtülü olan bu kaya, bir yatır olarak da değerlendirilmektedir. Bu efsaneye göre
Sarıkız, kâfirler tarafından kovalanınca buraya sığınmış ve Allah tarafından korunmuş. Şimdi
bu yatıra akşamları yemek getirilir, mumlar dikilir ve ziyaretçiler yüzlerini bu kayaya sürerek
şifa umarlar (Tanyu, 1987). Mum dikme âdeti Hıristiyanlıkta Meryem göğe urucu yortusundan
kalmış bir adettir. Hıristiyanlar kutsal yerlere mum dikerler ve önceleri Hıristiyan olan
Anadolu’nun birçok yerinde bu olaya tanık olabiliriz. Derin İslam etkisinde kalmış Sarıkız
efsanesinde Hz. Muhammed gibi mağaraya saklanma motifi bizi pek şaşırtmamaktadır. Zeus
doğumuyla ilgili olarak da, annesi Rhea, onun kundak bezinin içine bir taş koyar ve doğan
her çocuğu yutan babası Kronos bir çocuğunu daha yok ettiğini sanarak taşı yutar. Kaz
Dağı'nda bulunan kutsal taş etrafında da bazı inanışlar vardır. Bu taşın İbrani, Yunan, Lâtin
ve Türklerce mukaddes sayıldığı; Tevrat'ta bu taşla ilgili bahislerin bulunduğu ve "yeşim" ya
da "kut" taşıyla bu taş arasında bir ilişki bulunduğu bu inanışlar arasındadır (Duymaz, 2001).
Sonuç olarak, Kazdağları ve çevresinde anlatılan hikâyeler, ritüeller ve çeşit çeşit
inanışların temelinde miras olarak bir sonraki nesle kalmış, sentezlenmiş bir kültürün varlığını
hissetmekteyiz. Bölgeye yerleşen bir halk önceki halkların sözlü mirasına kendinden de
eklendiler yaparak yeni yeni anlatılar ortaya çıkarmıştır. M.Ö. 7000’li yıllardan günümüze
kadar motifler ortak olarak kullanılmıştır. Yöredeki milletler, dinler ve mezhepler sürekli
değişti, değişmeyen ise “havasından mıdır yoksa suyundan mı”dır bilinmez insanların
düşünce tarzı oldu. Mitolojide, doğa şartları insan zihnini etkileyen en temel faktör olarak
karşımıza çıkar. Yüksek ve heybetli bir dağ, denize akan bir nehir, bazen taşlık bazense
bereketli bir toprak, deniz ticareti yapamaya elverişli kıyılar: Troya, Sarıkız, Hasanboğuldu
anlatıları için son derece uygun koşullar yörede hazır bulunmaktadır.
Albayrak, Canan. (2007). Anadolu’da Kybele-Attis Kültü. Anakra: Gazi Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Arkeoloji Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi.
Ataman, Y. (1941). Kazdağı’nda Sarıkız. Varlık Dergisi, Sayı: 203, 252.
Beydili, C. (2005). Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük. Ankara: Yurt Kitap-Yayın.
Bonnefoy, Y. (2000). Antik Dünya ve Geleneksel Toplumlarda Dinler ve Mitolojiler
Sözlügü I-II. Ankara: Dost Kitabevi.
Duymaz, A. (2001). Kazdağı ve Sarıkız Efsaneleri Üzerine Bir Değerlendirme. Balıkesir
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 4, 96: 96-97
Duymaz, A. Şahin H.İ. (2008). Kaz Dağları’nda Dağ, Ağaç ve Ocak Kültü Üzerine İnanışlar
ve Uygulamalar. Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 11.
Eliade, M. (2003). Dinler Tarihine Giriş. İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Eröz, M. (1990). Türkiye’de Alevîlik ve Bektaşîlik. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
Fiske, J. (1942). Myths and Myth Makers – Old Tales and Superstitions İnterpreted By
Comparative Mythology. Whitefish, Montana: Keesingeer Publishing.
Hasluck, W. (1972). Christianity and Islam under the Sultan I. Oxford: Octagon Books.
İnan, A. (1968). Makaleler ve İncelemeler. Ankara: Türk Tarik Kurumu Yayınları.
Karaata, C. (2008). Adatepe Köyü Mezar Taşları. Çanakkale: Çanakkale On Sekiz Mart
Üniversitesi Yayınları, Sayı: 88, 119
Karadag M. ve Akkaya M. (1997). Kazdağı Masalları. Ankara: Rotary Kulüp Yayını.
Kaya, M.A. (2011). Türkiye’nin Eski Çağ Tarihi ve Uygarlıkları II. İzmir: İzmir İlya Yayınevi.
Önal, M.N. (2003). Dağ Kültü, Eren Kültü ve Şenliklerin Muğladaki Yansımaları. Hilig +
Buhar, 25, 99.
Radloff, W. (1994). Sibirya’dan III. İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.
Roux, J.P. (1994). Türklerin ve Moğolların Eski Dini. İstanbul: İşaret Yay.
Tanyu, H. (1987). Türklerde Taşla İlgili İnançlar. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
Yaşar, H. (2008). Balıkesir ve Yöresinde Çocuk Folkloru Ürünleri Üzerine Derlemeler ve
İncelemeler. Balıkesir: Balıkesir Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı Yüksek
Lisans Tezi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder